Pazar, Aralık 19, 2010

Mustafa Kemal'in gittiği kıyafet balosu

Tarih kitaplarinda Mustafa Kemal'in fırlamalığı hakkında anlatılan yegane şey onun askeri ateşe olarak sofya'ya gitmesi ve orada bir maskeli baloda yeniçeri kıyafetine bürünmesidir.. İşte bu baloda boy boy Mustafa Kemal'i yeniçeri kıyafetleri içerisinde görürüz ama kimse diğer davetlilerden bahsetmez.. İşte o meşhum balonun diğer iki davetlisi aşağıda.. Tarihin bir karanlığına daha ışık tuttuysam ne mutlu bana




Cumartesi, Aralık 11, 2010

av mevsimi: etmiyelim sevdalık, edenler yaşamadı







bu ülkenin garip bir halkı vardır, neşet ertaşı da bülent ersoyu da belki aynı derecede seven, küfür ederek sevgisini belirten, ülkenin en muğlasında bile kalbinin bir tarafına kazım koyuncunun hasretini kaziyan.. gördüğünü duyduğunu, güldüğünü, ağladığını unutmaz bu toprağın insanı. rızkını da almasını bilir, rızkını verene şükretmesini de.. cebinde 5 kuruşu olmasa da vefası vardır böğründe ve onu asla yitirmez.. haydi kalk gidelim der de, elin nişanlısına ilişmez..

trişkadan bir mevzunun üzerine öyle karakterler ve öyle bir sanat inşa etmiş ki yavuz turgul filmi izlemin üzerinden üç gün geçse de hala sindiremiyorum filmde olanlari.. dört yaşına dönmüş gibi durup durup "baba şimdi öldü mü o adam?" diye sormak istiyorum, almıyor içim, kiyamiyorum, şener şenin çaresizliğini, cem yılmazın deliliğini, melisa sözenin harbiliğine kapılıp gidiyorum.. 90 sonrası çekilen her türk filminde olan "dungeon and dragons oynarken rol yapmaktan patlayan velet" modlarında insanların varlığını önemsemiyorum hiç, çetin tekindor'un şivesinden öte tüm hal ve tavirlarina yapışıp kalan adanalığınla kapatiyorum bu saçma rol playi..

ama mevzu allah için çok daha iyi olabilirdi.. emekliliği gelmiş ve son vakasını ele alan polis ile deli dolu mel gibsonları senaryolarda görmek istemiyoruz artik. seri katil muhabbetini geçtim de türkiyede "se7en" filmine "pixar animasyonu" edasi verebilecek onlarca süper yazar varken, hala ve hala böyle klişe konulara değinmek yavuz turgula yakışmamış. karakterlerin hepsini ince tığ ile ilmik ilmik örerken, her bir karakteri efsaneleştirirken ana mevzuyu japon pazarından almış.

ama belki filmde kendisinin de atif yaptigi üzere shakespeare e özenmiştir. onun hikayelerindeki gibi sonunun baştan bilinmesini böylelikle konuya değil insanlara odaklanmasını istemiştir insanların kim bilir? sonu bilinirken bir yolun etrafa daha çok bakarsın ya, öyle bir şey istemiş sanırım..

tüm bunların yanında, çok özlemişiz be en deli fidanımızı.. suyunu içmediğim, yemeğini yemediğim diyarların fırtınasını, kazım koyuncu'yu..

Pazartesi, Aralık 06, 2010

yıkılmamak/yenilmemek değil, birlik olmaktır esas zor olan!


# tüm bu olaylar hakkında "hamile hamile niye kalkıp gidersin kızım" diyerek kızın aklını, duruşunu, cesaretini eleştirenler var.. ben bu tarz düşünceyi, böylesi bir vicdan karartmasını, protesto için sokaklara dökülenlerin illa ki dayak yiyeceği gerçeğini kanıksamayı tüm kalbimle reddediyorum..

demokratik haklara dayanarak yapılan bir gösteri ikinci dünya savaşında bir cephe değildir.. demokratik haklara dayanarak yapılan gösteriler güle oynaya gidilen, avazın çıktığı kadar bağırılan ve geriye sağ sağlim, tek parça dönülebilecek yerlerdir..

böyle bir vicdani karartma değil midir otokrasinin hedefi. halki sindirmek sokaklardan uzak tutmak için oturtulmak istenen düşünce budur işte tam olarak "meydanlar savaş yerleridir, bir şeyleri içine sindirememek, bir şeyler hakkinda bağırıp yönetenlere bir halk olduğunu hatirlatmak cesurların, güçlülerin işidir sadece.." hangi ara bu kadar kör olduk, hangi ara bu kadar bedbaht bir ruh haline büründük bilmiyorum..

seneler, on seneler önce uzak diyarlardan hep birlikte bağırıyorlardı "birlikte bir halki kimse yikamaz" diye.. gerçekten yikamadi kimse.. tek bir kürdanın çat diye kırılıp, onlarcasının asla kırılmaması gibi kaldılar dimdik ayakta.. ama bugun farkediyorum ki mühim olan yıkılmama eylemi değilmiş o cümlede, mühim olan birlik olmakmış..

keşke avrupalı gençler gibi örgütlenebilsek.. aralık ayının 2. hafta sonunda elimize ses çıkartan eşyaları alıp dökülsek yollara.. dövmekten yorulacakları kadar çok olsak, sokaklarda yürüyemeyecek kadar hasta veya hamile olmamıza aldırmadan dökülsek yollara, sırf insanların bu algısını değiştirmek için, sokakları tekrar bizim yapmak, elimizi kolumuzu sallayarak dolaşabileceğimiz, haykırabileceğimiz bir yer yapmak için.. sosyal medyada fotografını değiştirmekten zor değil aslında paltonu giyip ayakkabini bağlayıp sokaklara dökülmek.. çünkü dedim ya, mühim olan yıkılmamak değil birlik olabilmek hayatta..

Cumartesi, Kasım 27, 2010

Anayaso




"bu şarkı; doğu anadolu'nun daha da doğusunda hakkari dolaylarında, kış aylarında zap suyu adı verilen üstü köprüsüz deli dolu akar bir çayı geçerek hasta bebeklerini doktora ulaştırmak isteyen ve ceplerinde türkiye cumhuriyeti nüfus kağıdını taşıyan insanların, çocuklarını boz bulanık zap suyunun çağıltıları içinde yitirmenin öyküsüdür."

plağın kartonunda bunları yazmış zamanında moğollar.. şimdi anadilde eğitim konusunda, "okul andı" tartışan biz beyaz türklerin bilmedikleri, hatırlamadıkları şeyleri tekrar bildirmek hatırlatmak gerek, dil bilmediği için, yol bilmediği için, varlığını türk varlığına anlatamadığı için, derdini doktora, hakime, hükümete anlatamayan nice insanın mezar taşı duruyor doğuda.. "anadilde eğitim gelirse ülke bölünür" diyenler "andımız okunmazsa çocuklarımız anarşist olur" diyenler vicdanlarını koydukları yerden geri almalılar..

Pazar, Kasım 21, 2010

haftanın şarkısı #60 sean connery - all my life






üniversiteye girişimin 3. senesiydi ki iğrenç bir adam olmuştum. üniversite hakkında tespitler yapıyordum okulun girişinde elimde sigara. hume, hegel veya ne bileyim efendim j. j. rousseau kendi görüşlerini dünya üzerindeki tespitlerini bu şekil yapsalar apayrı bir fikir hayati sürebilirdik muhtemelen:

"her şey bir tezden (sigaradan bir nefes) ve antitezden oluşmuştur.. (çaydan bir yudum) bu ikisinin birleşemesi sentezi oluşturur anlatabiliyor muyum. vay vay vay vay eteğe bak abi şunun.. ama vardır tokmakcısı ya.. bize yedirirler mi olm.. neyse ne diyordum sentez!"

bu şekil.. hoş şimdi düşündüğümde bu fikir adamlarının aksini yaptığı konusunda bir kanıt da yok elimizde fakat bu bambaşka bir konu.

işte o günlerde ilk haftalarda okula ilkkez gelen çocukları seyirtir ve acemiliklerinde kendimi bulurdum. kendi yanışlarıma bakar, sevdamın hasretini onların sıla özleminde yaşardım. yersiz yurtsuzluğun, bir yere benim diyememenin huzursuzluğunu hisseder, sonunda babam olurdum, sonunda anam olurdum! (bu son cümle, eskaza bloguma düşmüş güzel ve şiir sever kızlar içindi. el felan sallıyorum!)

ama anlayamadığım bir nokta olurdu 3 hafta içinde bu adamlar inanilmaz bir şekilde yeni arkadaşlarıyla kaynaşırlardı. ulen 3 haftada ben daha "saat kaç bilader" ayarına gelemezken yeni tanıştığım biriyle adamlar direkt karı kız muhabbetine girebiliyorlardı.

hayat bana yeni insanlarla tanışıp arkadaş olma gereği doğurmadı hiç bir zaman. o yüzden de alışık değilim bu duruşa. pat arkadas olayim, hop beraber içmeye gidelim yapamadım hiç bir zaman. 11 yaşında arkadaş olduğum çocuk bu bayramda yine yanımdaydı işte..

ama insanların kimyası elementlere benziyor biraz. insanlar büyüdükçe ısınan elementler gibi daha kıpır kıpır oluyorlar ve birbirlerinden uzaklaşıyorlar. kimisi amerikaya gidiyor, kimisi kanadaya, hiç olmadı istanbula gidiyor diğeri.. 7 seneni dipdibe geçirdiğin ve 15 senedir her şeyini anlatabildiğin adam tamamen kimyasal bir şekilde ancak bayramlarda senede bir olabiliyor yanında.. ve sen hepsini apayrı sevsen de, hepsi için canını verebilecek olsan da, "yalnız izmirliler ve ağaçlar doğdukları yerde ölürler" lafımın hakkını vererek burada bekliyorsun onları. izmirin neredeyse her köşesinde anın olan adamlarla gidip yeni bir yerde daha anı yapıyorsun (asansor güzel yermiş)

hayat beni yeni insanlarla çabuk tanışan, kaynaşan birisi yapmamış olabilir ama mükemmel dostlar, kardeşler verdi, bunun için de teşekkürler (bu kısmını da mercedes sosa bilen alternatif kızlar için söyledim.. merhaba!)

Perşembe, Kasım 18, 2010

takatim yok




10 sene olmus bu sarki cikali, simdi neredeyiz sarki ciktiginda neredeydik diye soruyor insan kendisine.. o lise siralarinda vakitler geçmezken anlamamistik belki hayatlarin nasil geçtiğini, ancak arkadaslar dagildiginda, samimi gülücükler azaldiginda, babamiz kalp krizi geçirdiğinde anlamaya başladık her şeyi..

her geçen insan yeni bir yara açtı kalpte ve her geçen gün o yaraları saracak insanların sayısı azaldi, işte sigara molalarinda konuştuğun adamlar asla yerini tutamadı dersin ortasında kafana buruşturulmuş kağıt atan serserlerinin yerini, ve hiç bir kadının elinin sıcaklığı olmadı "onun" elinin sıcaklığı kadar.. attila ilhan'ın şiirlerindeki pia'yı tanıdık da, en yalnız içilen rakının mezesi oldu anılarımız ve doğduk her bir yeni yılda yeniden, ama hiç bir zaman babamız kadar büyümedik.. kaç kadını aradık sarhoş olduğumuzda, dahası kaçından gelen cevap bizi mutlu etti ki?

hayat bir bir geçerken, aslında geçen bi bok olmadığını, sadece özlemlerin arttığını keşfettiğimizde utandık kendimizden hala mutluluk istediğimizde.. babamızı özlerken bilmem kaç dudağın orospusu bardaklardaki alkolu yudumlarken farkettik ki bildiğimiz tüm hayatlar, asla gerçekleşmeyen hayallerle, asla gerçekleşmeyen ebedilikle dolu..

bugun benim doğum günüm, hem sarhoşum hem özlüyorum.

Pazar, Kasım 14, 2010

Vampir vampir dedikleri, iki diş bir deri!

bugun ki şarkı jace everett die bir şantöre ait.. "true blood" diye siradan vampirli bir dizi olmasa sarkidan haberimiz olmayacakti tabi. şarkı dışında dizi ilk 2 bölümünde sarmadı beni. bir bölüm daha şans verip kendisini yayindan almayı düşünüyorum..

yahu ne kadar vampir kulliyati varsa, yani bram stoker'in drakulasından, vampirle görüşmeye, blade'den, true blood a paso bir sikiş ve sokuş ortamı vardır.. boyna ama! orada sag duyulu birisi cikip "arkadaslar hiç oluyor mu? ölü diriyi siker mi?" demiyor ben ona üzülüyorum.. bu terakkiperver vampir cemiyetinin kendileri ölü olsalar da, nefes almiyor olsalar da kuşları ölü değil arkadaş.. uçanı kaçanı götürürler, hatta sırf bu uğurda romanya gibi cennet vatanı bırakıp londra'ya gelip "burda kızlar kendileri teklif ediyormuş???" diyen vampirler bile vardır..

bu yüzden ben samimi bulmuyorum vampir konseptini. zira ölü olsam aklım fikrim fuhuşta olmazdı benim. hadi diyelim 100 sene seviştin ettin, eh bilader insan bıkar yahu. çok afedersin icabında elizabethlerin kralını götürmüşsün, sinema cikmis, ilk sinema yildizina hallenmişsin hala ve hala karı kız peşinde, liseli etegi peşinde koşmassın yahu. ölüysen ölülüğünü bilirsin.. misal zombileri bu konuda takdir ediyorum ben.. adamlar direk ölü amaçlari belli, duruşları belli "selamun aleyküm, beyin varsa yiyelim, beyin yoksa kaçalım" modundalar.. oyle vampir gibi terbiyesizlikte, fuhuşunda degiller..

hayir bir tane mi libidosu düşük vampir olmaz arkadaş! bir tane mi "yok hafiz abdestim var benim hiç girmeyeyim" diyen vampir olmaz.. yazik vallahi.. cok yazik!

oysa bak canım zombiler hiç öyle değiller.. işinde gücünde adam. karnı aç rızkının peşinde.. öyle aman şununla sevişeyim, bunda fenerleri söndüreyim yok. nasibinin peşinde koşan adam benim her zaman takdirimi kazanır arkadaş!

Zombiler ölmez!!

Cuma, Kasım 12, 2010

Trompet

Trompet

alem ilk maaşıyla elektronige yonelik iphone gibi ürünlere dadanirken, ssk primimin yattiği ilk ay deli cesaretiyle gittim aldım bu sarı ekipmandan.. serde bulunan çingenelik bir yana, nihayetinde tribun bandolarına özenen bir futbol severdim ben. hayallerimde bu sazı üfleyip taraftarı çoşturan,takımı en bedbaht anında ateşleyen bir adam olacaktım. şu amerikan beyzbol filmlerinde maçı kazandıran elamanı omuzlarıa aldıkları gibi alacaklardı beni omuzlarına "yaşa varol sen trompetçi" diyeceklerdi..

fakat 3 hafta geçmesine rağmen bu ekipmanı bırak dogru düzgün calmayi, daha dogru düzgün üfleyemedim bile. zira antreman yapmak için dayali döşeli 3 oda bir salon aile evleri kendisine hiç uygun değil.. daha önce bas gitar çalan biri olarak bas gitar çalışmak ne kadar kolaydı oysa.. bom bom caliyordun amfiye bağlamadan, kimsenin ruhu bile duymuyordu.. fakat aliyorsun bunu dudaklarının önüne "booom" diye çok afedersiniz çocuk gibi agzınızdan osuruk sesi cikartiyorsunuz ve tüm mahale ve komsu muhtarliklar inliyor bunun sesiyle.

sanirim o noktada bu aygıtın dügmesiz olanının niçin savaşlarda hucum marşı çalmak için kullanıldığını anladım. zira susturamiyorsun. alçak üfleyeyim aman kaynananm uyanmasın diyemiyorsun. çalışacaksan bangır bangır çalışacaksin.

internetten falan bakindin susturucu denen nesneler var. ama onlar da 90dolar arti kdv gibi bir fiyata "trompetini çalan kucagimiza oturur" edasinda satılmakta.. hayir benim aygit 300 dolar mi ne arkadaş, ücte birini senin susturucuna "ben çalamadım sen sustur" diye vermek, araba alıp 3 te bir fiyatına yan koltuğa oturtacak kız almaya benziyor (hoş yengeye yapılan yatirimlar toplandığında eş değer bir mebla çıkıyor ya neyse)

tüm o trompet ustalarının inanılmaz anlayışlı komşularının olduğunu düşünüyorum bu yüzden.. miles davis, herbie hitchcock falan bana cikip "tüm basarimi eşime aileme borçluyum" demesin.. siz tüm başarınızı albay emeklisi feridun beye, genç yaşında dul kalmış naimeye, kapıcı ihsana, tapu kadastroda memur fikret bey ve ailesine borçlusunuz.. bana laf anlatmayın..

velhasıl yine de her şeyiyle güzel bir enstruman. sesini kisma tuşu olsa daha güzel olacak ama şu haliyle şöyle yanık bir şekilde "artık sevmeyeceğim bütün kabahat benim" diye öttürebiliyorsun ya, ya da o günler gelecek ya bana yeter.. (ayrica duvarla alet arasina bir yastik koyarak gayet sesini kısabiliyorsun.. ama cok randimanli değil tabi)

Perşembe, Kasım 11, 2010

pardesü

yaptigim arastirmalara göre bunun komser kolombo misali giyilenlerine perdösü, yasli teyzelerin giydiklerine de pardesü diyorlar.. zira "pardesü dünyasi" gibi yerler var internette ve bunlar sonra 50 yilin moda rengi olan "deve tüyü" renginde pardesüler satmaktalar..

mesrutiyet zamanında dilimize ve yasantimiza girmis bir kiyafettir pardesüler.. "par plusieurs"(yagmur için) kelimesinin dönemin jacobenleri tarafindan söylene söyene pardesü haline gelmiştir..(en nihayetinde bu ülke 30 senelik portif soforleri tarafindan işletilir) o donemlerde "redingot" daha cok tutulmuş olsa da zamanla özellikle 30lardan sonra pardösü almiş başını gitmiştir..

işte o aralarda nedense yaşlı teyzeler "pardesü" giymeye baslamislar cesitli ortamlarda kendilerine apayri kamuflaj yaratmislardir.. yani mesela bir hastaneye gittiginizde pardesü giymesseniz kimse sizi ciddiye almaz.. üstünüze falan oturabilirler. zira onun ekosisteminde pardesü kraldir..

genelde soluk pastel renkleri mevcuttur. acik griler erkekler veyahut modern kadinlar tarafindan tercih edilse de yasli teyzeler "deve tüyü","zeytin yeşili","soguktan donmus kibritci kiz parmagi moru", "iç organ bordosu" gibi renkler her dönem revactadir.. cok cok marjinalseniz, ne bileyim efendim indie kültürü ile beslenmis trip hop muzikler ile yasliliginiz gecistiren bir postmodernistseniz "goblin pembesi" ve "leylak moru" gibi renkler giyebilirsiniz ama gerek hastanelerde gerekse dügünlerde pek hos karsilanmayacaginizi ben simdiden size soyleyeyim..

Pazar, Kasım 07, 2010

babası ise tıp eğitimi almasını istiyordu

şimdi yavaş yavaş bir meslek sahibi oluyoruz, kariyerimiz bir şekilde yönleniyor ya, açık söyleyeyim bundan 1 sene evvel böyle bir fikir yoktu kafamda.. dahası üniversitede bile başka bir şey okumak istemiştim bu denk geldi.. ama sanırım 72 düvel de durum böyle. insanlar planlarını değil, planlarına en yakın olanı gerçekliğe bürüyorlar.. bu "babası ise onun x eğitimi almasını istiyordu" kalıbı da böyle..

bu mevzu açıkcası kitap kapaklarından fazla, kitabın tümünden az biyografilerde kullanılan klişe repliklerden bir tanesi.. illa ki ünlü birilerinin babası oğullarının/kızlarının saçma sapan bir eğitim almasını isterler.. mesela benim cilgin bi babam olduğu için ilerde muhtemelen şöyle yazilacaktir:

"tavernaların prensi azuth daha sonra avusturyada müzik eğitimi almaya gitti. babasi ise onun astronotluk egitimi almasını istiyordu"

boyle sacma bir sey soz konusu.. yani allaskina mesela voltaire'in babası hukuk egitimi almasini istemis.. nereden ogrenirler ki bunlari sasiyorum.

-"bay voltaire oglunuz ünlü bir yazar, sizden neler ögrendi neler yapti aciklar misiniz paris postasi mikrofonlarina.."
+ valla oğlumdur diye demiyorum ama çok süper çok mükemmel bir cocuktur. ama yukarda allah var ben hep istedim ki hukuk egitimi alsin. simdi devrim falan olunca bissuru hukuk işi cikti "efendim haksiz yere öldürüldü bizim akraba" diye dava aciyorlar ediyor. ben dedim bulur rizkini, torunlar yapar bize. yapmadi eşoleşşek. babası hariç (gülüşmeler). gitti edebiyatta yükseldi. rabbime çok şükür olsun ki iyi para kazaniyor simdi. gecen sene sayesinde hacca gittik. allah bir kere degil bin kere razi olsun (müslüman olsa voltaire in babasi cok acaip olurdu bence)

benim babam ne eğitimi almamı istiyordu acaba.. kesin kozmonot eğitimi falandır.. hell yeah!

Pazar, Ekim 31, 2010

çalışmak sevmekten daha zor geliyor





Aslında kafamda bambaşka bir proje vardı. iş anılarımı anlatacağım,takma isim bambaşka bir kimlik kullanıp millete de rumuzlar verip onlar hakkında dedikodu yapacağım bir blog hayal etmiştim bir ay kadar evvel, yani işe girdiğim, tüm gerzek acemilikleri yaptığım gün (mesela çayın bedava olduğunu öğrenmemin akabinde bokunu çıkardığım an bunu not almak istemiştim. gelecek nesiller böyle çiğlik yapmasın diye)

ama işte kısmet olmadı. ancak bir ay sonra blog postu yapabildim. o da birazdan anlatacağım talihsiz olaya denk geldiği için çok mutsuzum.

şu bir ay zarfında bazı şeyler öğrendim tabii ki. öncelikle iş yaşamı deyince, eski beğenilerini, sevmediklerini, alışkanlıklarını bir kenara bırakıp yeni hadiseler edinmek esas.. mesela eskiden horoz dövüşlerini, yasadışı araba yarışlarını seven ben, artık sabah kalfaltılarında ballı cornflakes seven biri oldum..

ama esas değişim asla yapmam dediğiniz işleri yaparken kendinizi bulmanız. üniversite yaşamında kendimi şeker olarak görüp bir damla yağmurda bile okula gitmezken şimdi yollara düşüyorum. 28 ekim günü ilk deneyimimi yaşadım..

işe gideceğim diye yağmurda sokağa çıktım. öğrenim yaşamında türev, micro iktisat gibi şeyler öğrensem de yağmurda suya direnme, üzerine gelen taksiden kaçma, şemsiyesine hakim olamayan dombili teyzeyi savuşturma gibi şeyleri öğrenmediğim için (dediğim gibi pek okula gitme gereği görmüyordum böyle havalarda) çok sıkıntı oldu. sokağa çıkmamın 10 dakikasında sokak beni püskürttü.. 180 boyunda bir adam olsam 1 metre genisliğim olsa 2 metre kare desek komple bana, yaklaşık 20 litre su düştü başıma.. yürüyen damacana gibi bir şey olarak kendimi eve attım..



ama ahvadımdan aldığım "yılmama, enginlere sığıp taşma" özelliğimden ötürü atladım kendi kişisel binek arabama, tuttum şirketin yolunu.. "ölmek var dönmek yok" gibi "ey gaziler yol göründü" gibi mehteri marşlarla da aldım gazı.. o yağmur altında 1 kilometrelik yolu 1 saatte geçince o cengaverliğim "yalın"'a "soner sarıkabadayı"ya dönüverdi..

bir buçuk saatte şirkete gelmiştim ki, park yeri bulamadım.. tipik bir büyük şehir insanı olarak "şu ara sokağa parkedivereyim" dusturunu güddüm. o dar sokağın national georaphic'de "şehirlerdeki amazon nehirleri" kıvamına dönüşmüş olduğunu bilmiyordum tabii ki.. dizime kadar bir suyun içinde "aman egzoza su girmesin" diye hızlı hizli giderken yandan esnafin uyarilari ile realite suratıma vurdu "plaka düşüyor bilader"

bir insanın hayatında karşılaşacağı en enteresan uyarılardan birisi bu dostlarım. "plaka düşüyor" ve akabinde "plaka düştü!" yani sonuçta yine aynı şeyi söylüyorum farkındayım ama insan üniversite yaşantısında hiç "plaka düşmesi" ile karşılaşmıyor.. "biz hayat mektebinde büyüttük kendimizi" diyen insanların plaka düşmesine karşı daha seri kararlar alabileceklerini düşünüyorum..



kenara çekip ayakkabıları, çorapları çıkartıp, paçaları sıvayıp ya bismillah diye daldım sel sularının arasına.. artık alibeyköylü esnaf, emirdağlı çiftçi ile ortak noktam vardı. yarın bir gün bir metro turizm yolculuğunda bu ortak paydadan hareketle arkadaşlık edinebilirdim.. suların içinde yürüyüp, kayıp plakanın arabalarca ileriye atılmasını görürken, bir yandan da izlediğim nat. geo belgesellerinin zihnimi tırmaladığını hissettim o sarı bulanık suyun içinde

"bu tehlikeli sularda sülükler ile piranaların sonsuz bir mucadelesi vardır.."

neyse ki ayağıma hiç bir şehir hayatına yabancı canlı yapışmazken 5 dakikada plakayı bulup arabama gelip, coraplarımı ve ayakkabımı giyip işe gittim..

tüm bu yaşadığım deneyimden sonraki en katlanılabilir muhabbet "maaşlar yatmış" denmesiydi..

Pazar, Ekim 03, 2010

haftanın şarkısı #58 Melody Gardot - Your heart is as black as night



ali eren beşerler'in çok sevdiğim bir lafı var.. "eğer bir kadın bir erkeği terketmeseydi blues doğmazdı diye" kalp kalp kalp, like like diyebilirim ancak..

eğer bir kadın erkeği terketmeseydi blues yapılacak kadar büyük bir aci hissetmezdi sanirim insanoğlu. hemen gitara sarıldı adam, mizikaya sarildi hop basladi soylemeye "my baby left me","dont leave me baby"..

her ne kadar işin bir kadın yönü de olsa da, yani kadınlar da gün gelip terkedilse de erkekler gibi olmuyor iş. kadınlar birden kestirip atıyor her şeyi. atamasalar bile asla erkekler kadar belli etmiyorlar acılarını. oysa erkek dediğin acısından her şeyi yapmak istiyor, icabinda meteorolojiyi gözlüyor, gündüzü yağışsız, gecesi yağışlı bir gün bulup, sarı kazağını giyip, gidiyor kızın evinin önüne "seni seviyorum" yazıyor.. yağmurda ıslanırken kız onun çektiği acıyı görsün diye sırf.. erkek aşkını pi sayısı gibi yaşıyor özetle, 3 deyip kestirip atamıyor.. daha iki gün önce "seni seviyorum, aşığım, hayatımda 5 sene sonra da senin olduğunu düşlüyorum" dediğin insana 2 gün sonra telefonu kapatamiyor, mesajlarina cevap vermemezlik edemiyor.. ne olmuşsa olsun, ne yaşandıysa yaşansın olmuyor..



baksan bu şarkıyı da bir erkek yazmıştır da nasıl olduysa melody söylemiştir.. çünkü kız dediğin acısını değişen saç renklerinde, buzdolabindan aldığı brownie intenselerde, hatta barda tanıştığı yakışıklı erkekte giderir.. öyle mikrofonu elime alayım, saksafona üfleyim, derdimi deryalara boşaltayım demez.. ben diyeni görmedim..

Cumartesi, Eylül 25, 2010

haftanın şarkısı #57 Dinah Washington - I won't cry anymore





Şunu net olarak kabul etmek gerekirse, hayatta kimse Tuncel Kurtiz gibi ağzını her açtığında dolu şeyler sarfetmiyor ve her uyandığımız gün efsanevi olmuyor.. Mesela eminim ki "Auschwitz'den sonra şiir yazmak barbarlıktır" diyen Adorno, hayatının çoğu haftasında "Usta köfteler ne oldu bizim" diyerek geçirmiştir.. Veya "Eğer bir insan, diğerini terketmeseydi müzik olmazdı" diyen adam "10 liranın üstü gelmedi yalnız" diye çemkirmiştir bir noktada..

Velhasıl insan hiç bir zaman aynı seviyede kalamıyor. Zaten kalmasının manası da yok. Zaten bence bu bir insanlık hakkı olmalı. Anayasada falan şu şekil maddeler olmalı

"Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir.

Temel hak ve hürriyetler, kişinin topluma, ailesine ve diğer kişilere karşı ödev ve sorumluluklarını da ihtiva eder.

Herkes bir noktada, "Sikerler abi, yetti artık" deme hakkına sahiptir"

Dinah'da bu hakkı sonuna kadar kullanıyor işte, I won't cry anymore şarkısında.. Fallout, Book of Eli ve türevi kıyamet sonrası ortamı nakşeden filmler/kitapların bize kattığı "50lerin cızırtılı jazz şarkıları yalnızlığı, her bi bokun kötü gidişini anlatır" hissiyatı ile hem de..

Cuma, Eylül 24, 2010

Tüm Boktan İşler Eylül'de olur





Yeni açılmıştı okullar. Hazırlık yeni bitmiş orta okulun ilk sınıfında ilk kez o hafta bayrağa "korkma sönmez" diye sesleniyorduk okulun bahçesinde. Örgün eğitimimin (bu örgün kelimesine de ne takılmıştım bi aralar.. Atatürk mü örmüştü eğitimi? niye örgün bir tavırdaydı?) ilk haftaları acıyla doludur benim için. Çünkü tüm yaz boyunca evde oturan biri olarak, ilk hafta annemin gözetimi dışında gereksiz bir hayvanlıkla oradan oraya koşturabiliyordum. Eh bana getirisi de hastaneye yatmak oluyordu bu salak eğlencenin..

14 sene evvel bugün, yani Zeki Müren'in öldüğü gün İzmir Tepecik Hastanesindeydim. Tüm çocuk servisinde herkes alıyor, olayları idrak edemeyen 6 yaş altındakilerse millet ağlıyor, eksik kalmayalım düşüncesi ile ağlıyorlardı. (çocukların ağlamasının yüzde 20'si kıskançlık yüzünden, o ağlıyorsa ben de ağlayabilirim, demek yüzündendir)

Tepecik hastanesinin, 5. kattaki çocuk reyonu her hastane gibi yanyana onlarca odadan oluşuyordu. Ama kimin aklına geldiyse, o odaların arasında bir duvar yoktu. Yerine kocaman bir cam vardı. Mahremiyetin olmadığı bu durum, yatağından kalkamayan iki çocuğun camın arkasından birbirleriyle küfürleşip cama yumruk atmaları sonunda bitti. Camlara silme boya atılmış, artık yarısı beyaz boyalı birbirimizi göremediğimiz camlarla kaplı odalarımız olmuştu.

Ama işte Zeki Müren'in öldüğü gün camlarda daha boya yoktu ve 100 metre ilerden insanların Zeki Müren'e yas tuttuklarını görebiliyordunuz. (Hoş ben o sırada annemin sandviç getirmesini bekliyordum)

Toplu bir mutsuzluk hasıl olmuştu tüm hastaneye, ve belki de tüm Türkiye'ye.. İnsanlar kendilerini aşık eden, aşklarına arka plan olan, hüzünlerine, mutluluklarına müzik veren adamın gidişine ağlıyorlardı. Hiç tanımadıkları hiç görmedikleri, hiç canlı izlemedikleri birisini hayatlarına almış, hayatlarını onun varlığı ile meçhullükten uzaklaştırmış, özelleştirmişlerdi.

Ama işte hayat size kattıklarını geri almak üzere programlanmış. Çok mutlu oluyorsanız, illa ki bir gün üzülüyorsunuz. Doğuda (çok doğuda) ying yang diyorlar mesela buna, biraz yakında karma, sonra batıda bir sevdiğim şair "mutlu aşk yoktur" diyor. Çünkü herkes biliyor ki bizi çok mutlu eden şeyler, aynı zamanda bizi üzmek için kurulmuş saatli bombalar.

Memleketin ve benim kişisel tarihimde eylül hep boktan şeylerin olduğu bir ay olarak yer ediyor. Hayat 11 ayda verdiği tüm güzellikleri, sanki Eylül'de hasat ediyor.. muhtemelen aynı şeyden müzdarip birisi çok uzaklarda "beni Eylül bittiğinde uyandır" diyor..

Pazartesi, Eylül 20, 2010

Yılmaz Güney Üzerine


sona söyleyeceğimi başta söyleyeyim: her şeyi siktir edin, bugun burada bu internet ortamında, bloglarda, gazetelerde umarsızca ona buna laf atabiliyor, kardeşiklikten eşitlikten bahsedebiliyorsak yılmaz güney ve onun gibiler yüzündendir.. onların çektikleri her çile, yedikleri her dayak, uğradıkları her işkence bizim özgürlüğümüzün bir parçasıdır..


yılmaz güney'in sahip olduğu yüreğe sahip olmayan ama tüm hayatı boyunca onun hareketlerini taklit eden, onun yaptıklarını yapmak isteyen bir grup doğulu bırakmıştır geriye.. sanırım başımıza musalla ettiği yılmaz erdoğan, ibrahim tatlises gibileri kendisi de tasvip etmezdi.. bugun yılmaz güney'in duvar filmini çekerken, filme alınmış film arkası görüntülerini bulun (youtube da var) açıp izledikten sonra bir kez daha düşünün ardında bıraktıklarını.. hep kaçak dövüşenler, seslerini bu devirde dahi yılmaz güney kadar çıkartamayanlar ne haldedir bir bakın..

keşke hareketlerini taklit edeceğinize, yüreğini taklit etseydiniz yılmaz güney'in.. yıl 2010 ama hala ve hala hiç bir türkiye vatandaşı yılmaz güney kadar bağıramamıştır "özgürlük istiyoruz" diye..



bir tek dandikliği var bana göre (haşa ben kimim bu noktada ama işte yürekten geçirebildiğimizi söyleyebiliyoruz burada) kendisini "asimile edilmiş kürt" olarak görmesi.. belki şimdi yaşasaydı, globalizmin doruğunu hissedebilseydi, can dostu tuncel kurtiz'in özel televizyon dizilerinden ekmek yediğini görseydi anlardı.. hepimiz asimile edildik yılmaz güney, batılılar tarafından, kuzeyliler tarafından asimile edildik.. onların icatlarını, onların sanatlarını, onların dillerini kullanırken kürtlük mü kaldı, türklük mü kaldı allah aşkına? asimile olmasak varolabilir miyiz bu dünyada?

biz ki aç kalmamak için kendi doğululuğumuzu, güneyliliğimizi koy vermişiz, açlıktan ölmemek için, onurlu yaşayabilmek için, insan gibi yaşayabilmek için onlar gibi çalışmaktan ölmüşüz, asimilesi mi kalmış yılmaz güney? bugun kürtçe eğitim için boykot yapanlar, kürtçe eğitim aldıkları için iş bulabilecekler mi doğru düzgün bir kuruluşta? bırakın kürtçeyi, türkçe eğitimin bile geçeri var mı bu zamanda? ingilizce bilmeyene doğru düzgün iş verilmezken ne asimilasyonu?

velhasıl yaşa varol sen yılmaz güney.. sana ızdırap çektirenler, gurbette ölmene neden olanlar unutulup gitse de sen sonsuza dek yaşayacaksın ülkemin özgürlüğünde..

YILMAZ GÜNEY FİLMLERİ

Cumartesi, Eylül 04, 2010

haftanın şarkısı #56 Hümeyra - Geceyi Neyleyim




Nasıl oldu, nasıl buralara geldik bilmiyorum ama eskiden pop müzik bu kadar kaliteli yapılıyormuş bu ülkede. Hala bu tarz enfes müzikler yapan var Julide Ateş, Birsen Tezer gibi ama hiç biri zamanında Hümeyra'nın yaptığı müzik gibi populer değil. Sözler desen ayrı, müzik desen apayrı güzel. Ve kanımca Hümeyra ise o zaman da güzelmiş, hala güzel..



Sevgili Hümeyra, İnsanın içini sızlatan bir şey var bu şarkılarda. Ben üşüyüp duruyorum, gönlüm acıyor. Gençliğimizden, aşklardan söylüyorsun. Ne olmuşsa olmuş, hepsi kırık, sönmüş hayaller gibi duruyor. Sesin ve çalgılar o kadar diriyken üstelik ... Sevgili , biricik Hümeyra, seni çok özlemişiz. Sanki sustun; uzaklaşıp gitmiştin. ''Göçtü gitti'', ''çekti gitti'', ''çıktı gitti'' diyorsun ya, biz de özlemişiz Hümeyra'yı. Hayatımızdan kaçıp gitmiş gibi yaptın. Bir daha sakın yapma. Bundan sonra hep bizimle ol; şimdi yaptığın gibi sanaat sanat gözüyle bakılabildiği günlerden söz aç, dilersek, o günleri andırır güzel, anlamlı günlere açılabileceğimizi hep söyle. Söz ver Hümeyra!

Selim İleri

Pazartesi, Ağustos 23, 2010

erken kalkmak!


eğri oturup doğru konuşmamız gerekirse, çağ dışı bir hadisedir erken kalkmak. zira saatin 6 ya kurulup uyanılması işinin tek amacı güneşten daha fazla yararlanılmasıdır. atalarımızın zamanında elektrik olmadığı, varsa bile çok pahalı olduğu için "aman işler karanlığa kalmasın, güneş varken güzel güzel yapalım işimizi" denmiş olsa gerek. ee arkadaş, gelmişsin 2010 yılına, nükleer enerji muhabbeti yapıyorsun, enerji dediğini elde etmenin türlü yolu var, hala ve hala sabahın bir köründe uyanmanın mantığı ne? bakır tencere ustası mısın ki sen "aman gezelim görelim ekibi gelir, hemen gideyim dükkanı açayım güneş batmadan çalışmayı bitirmeyeyim" diyesin.. gayet plazada çalışan, gün ortasında bile elektrik ampulundan istifade eden modern dünya insanısın, bu telaş niye?

üç kuruş elektrikten tasarruf edicem, ampul yakmayacağım diye 50 kuruş kahve ve onun getirisi kardioloji masrafın var ya senin.. onu ne yapıcaz? ama işte vizyon yok. ahvadından ne gördüyse onu tekrarlıyor mahdumları. saat 8 dedin mi iş başı.. "pardon niye 8 de iş başlatıyoruz" desen cevap yok. "söylesene yavşak, saat 11 de biten galatasaray maçını ağız tadıyla izledik diye niye çekiyoruz bu uykusuzluğu" diye detaya insen, yine karşında duvara konuşuyorsun sanki..

yazık vallahi yazık.. 21. yüzyılın ortasında hala orta çağ, hala çiftçi kafası.. yumurta alıcaz sanki kümesten.. avradını sevdiğimin globalleşmiş dünyası.. ulen hayır her şeyi geçtim, londra borsası 2 saat sonra açılıyor.. libor mibor derken iyi, niye ben o piçlerden 2 saat önce kalkıyorum dersen senden kötüsü yok.

gelin kaldıralım bu gerzek uygulamaları. diyelim ki "bugün 12 de açıyoruz hesapları arkadaş! icabında kepenkleri de akşam 9 da indiririz. 9 saat çalıştık olur" ne farkedecek? ne olacak allasen söyleyin bana ağalar, söyleyin bana beyler? ya yeter yemin ediyorum artık sabah kalkmaktan nevrim döndü..

Çarşamba, Ağustos 11, 2010

sanırım leonardo dicaprio'yu seviyorum


ilk başta sanırım genç kızlardan başkası sevmiyordu kendisini. bebek yüzlü adamın suratındaki kırışıklıklar arttıkça farkettik ki aslında tüm benliği ile jazz döneminde,yani radyonun kral olduğu, erkeklerin başlarında fötr olmadan sokağa çıkmadığı, kahverengi takımların ve sigaranın hakim olduğu yani 20lerle 50 arasında bir yerde yaşayan bir adamdı kendisi. o dönemde geçmeyen filmlerde oynadığında bile başında fötr şapkasını hissettirdi, konuştuğu her ses sigaradan çatallı çıktı..

dedim ya başta genç kızlar seviyordu kendisini romeo and juliet, titanic gibi büyük bütçeli sinir bozucu filmlerde oynuyor, ilk çıkış filmi what's eating gilbert grape'in namını yokediyordu.. the beach ile büyüme sinyalleri verirken, artık daha sert filmlerde oynayabileceğini göstermiş olsa ki menajerlere gangs of new york geldi önce.. sonra da olduğu adam yani işte şu 50lerin karanlık adamı olabileceği bir rol bulmuştu kendisine catch me if you can ile.. dönem filminden beklenmeyecek bir çoşkunluk vardı oyunculuğunda.. belki bu yüzdendir ki o dönem adamlarindan birisi olan martin scorcese'nin dikkatini çekmişti..



ardı ardına iki film çekti kendisine eğlenceli adam martin. the departed ve aviator birbirinden farklı ama gözlerinde kendisinden başka kimsenin bilmediği sırları taşıyan adamları oynuyor, seyirciye de bunu kana kana hissettiriyordu ridvan dilmen saçlarının sarısına sahip leonardo..

hep sağlam senaryolu, insanın öyle oturup kafasını dağıtmaya musait olmayan filmlerde oynuyordu.. body of lies,blood diamond üzerinde uzun uzadıya konuşulabilecek filmlerdi mesela.. revolutionary road ve shutter island ile ait olması gereken döneme yani jazz dönemine geri döndü.. fötr şapkası başındaydı..

ve son filmi inception ile kaybettiklerini geri almaya çalışan, ama bir türlü çocuklarını yanına getirtmek aklına gelmeyen, pişmanliklarla dolu bir adamı oynayordu..

esas benim beklediğim bir sonraki filmi hoover kişisel olarak da fanatiği olduğum, hegemonisine, duruşuna imrendiğim ama adam olarak nefret ettiğim birisini edgar j hoover'i oynayacak bu sarışın delişmen çocuk.. (ki blogda daha önce bahsi geçti hoover'in) geçen sene johnny depp'in tekrar canlandırdığı john dillinger'in baş düşmanını yani..

Edgar Hoover Yazısı

Pazar, Ağustos 08, 2010

haftanın şarkısı #55 Diego Torres - La Ultima Noche (MTV Unpluged)




şarap üreticilerin uydurduğu dandik bir olay var; bir sene içinde gelişen tüm yağmurlar, tüm rüzgarlar, güneşin önünden tüm geçen bulutlar üzümlere başka bir zamanda olamayacak özellikler katar. Ve o yüzdendir ki her yılın her mevsimin üzümleri bambaşka tattadır. Anasını satayım sanki üzüm o sene aldığı güneşten ötürü "bu sene ben avakado tadı vereceğim" dermiş gibi konuşur bu gustalar. "1997'nin üzümleri apayrıydı" der birisi, ötekisi "72 senesi gibi bağ bozumu görmedim" diyiverir.. Palavra..

Ama insanların yılları olduğu doğru. Hiç bir yaz birbirine benzemiyor. Aynı yerde, aynı şekilde geçirilmiş olsun, yine de beşi birbirine benzemez bir ömrümüz var. Bu yaz da benim için öyle. Yaz aşkı da değil bu. Zira insan yaz aşkında yaza, o yazı eşsiz kılan şeylere aşık olur. Yani bir üzüm'ün güneşe, rüzgara, yağmura aşık olmasıdır bir insana duyulan yaz aşkı. Yaz bitince, o insanın şekillendireceği bir yaz kalmayınca da kendiliğinden çözülüverir.. Sonbahar'a kalamaz yaz aşkları.

Ama işte bendeki farklı. Mutluyum.. Ve gecenin serinliği inerken üzerime, bu şarkıyı dinlemekten öyle çok haz alıyorum ki. Seneler önce çıkan bir "Diego Torres" şarkısı. "La Ultima Noche / Son gece" dese de şarkının içindeki bir söz dağlıyor kalbimi: "los besos que me ha dado por amor pueden alcanzar para curar mi pobre corazón / inaniyorum ki, bana aşkla verdiğin öpücükleri hayal etmek, benim zavalli kalbimi tamir etmeye yetecek.." Hem de MTV Unpluged yorumunu esirgemiyorum sizden. İyi pazarlar.

Perşembe, Ağustos 05, 2010

Yunanistan'a düşman olmak






bbc'nin 70. yılı nedeniyle kendileri eski bültenleri, önemli resimleri yayınlamaya başladılar.. bunların belki de en önemlisi 13 eylül 1980 yılında yapılan bülten..

bir garip nostalji bir garip durum.. ama esas 13. dakikada başlıyor her şey. darbe'nin yunanistanda yankılanması konusunda.. "darbeciler kahrolsun","yunan halkı kendi cuntanı hatırla","türk halkına özgürlük" diye bağırarak kırmızı bayraklarla eylem yapıyor yunanlılar, dönemin yunanistan yetkileri "bu bir nato komplosudur" diye açıklama yapıyor.. isteyen buradan dinleyebilir..

insan bunları duyunca duygulanıyor tabi. martin luther'in dediğini hatırlıyor "olaylar bittiğinde, kimlerin yanımızda olduğu değil, kimlerin olmadığı hatırlanacaktır" işte ordunun yanında olmayan birisi varsa, hatırlanacaksa o da yunanistan ve yunan halkı..

90lar aklıma geliyor sonra, her ay neredeyse yunanistanla bir kapışma, kardak kayalıkları yok efendim "egede it dalaşı" haberleri.. eh nihayetinde sevmez ordu ve ordunun kurduğu devlet yunanistani.. çünkü yunan dediğin hor gördüğün, düşman bellediğin halk zor gününde ezdiklerinin yanında olmuş.. onlar için yürümüş sokaklarda..



yani bu "yurt dışında en çok bir yunanla anlaşabilirsiniz" lafının yansımasında "devletler birbirine düşman biz birbirimizi seviyoruz" düşüncesi gerçekten doğru işte.. görülüyor.. tüm nato alkışlarken memnuniyetle darbecilerimizi, yunanistan hükümeti, dış işleri bakanı nezdinde

"yunanistan komşusu türkiyedeki son aylardaki gelişmeleri azalmayan bir gelişmeyle izlemektedir, yunan halki ve yunan halki darbe öncesi gelişmeleri kaygıyla izlemiştir, yunanistan askerlerin insan haklarına saygı göstermelerini umuyor." gibi bir çıkış yapıyor..

eh tabi sonra arıza çıkartır paşasının çocukları, sevmezler bu ülkeyi, fitillerler halklarını onlara doğru..

Salı, Ağustos 03, 2010

kesik bacak cinayeti


yaklasik bir haftadır ana akım medyanın canını sıkan cinayet var.. şuradan son gelişmelere ulaşılabilir..

yaklaşık iki hafta evvelinde bursada ayaklarına oje sürülmüş bacak bulunuyor. `jeff murdock`a ait olmadığı (hatırlarsınız kendisi kesik bacaklılara karşı ilgi duyan güzeller güzele bir afete vurulmuş sonrasında fazla bir bacağı olmasından şikayet etmişti) anlaşılan bacağın hala sırrı çözülemedi..

ben bir csi hayranı olarak polise yardım etmek istiyorum



a. bacağın bulunduğu yerden parmak izleri alın, ayrıca ayak izleri de alınabilir.. mobese kamerası varsa dibine kadar yakınlaştırılabilir netleştirilerek ipucu elde edilebilir olay anında
b. ojeyi yapan firma ile irtibata geçilir o firmanın bursada kimlere oje sattığının dökümü alınır.. ojenin kimyasal tahlili ile bursanın hangi bölgesinde sürüldüğü ortaya çıktıktan sonra (hava bileşenleri ile) o bölgeye en yakın ojeciye gidilip maktulun kimliği en azından neye benzediği öğrenilebilir..
c. ayaktan yola çıkılarak bilgisayar ortamında 3 boyutlu şekil hazırlanarak kızın şekline ulaşılabilir.. baldırının kalınlığı bilinen bir insanın burun yapısı da bilinebilir muhakkak

benim csi dan ögrendiklerim bunlar.. işim gücüm olmasa kendim uygularım ama para kendini eve kendi başına getirmiyor..

inception gerçek olsa seni her gün görürdüm


inception, yani türkçesiyle "başlangıç" gişede almış başını giderken ben de "ne oluyor yahu?" diyip gitme gereği duydum. aleni olarak film hakkında oynayanlar dahil hiç bir halt bilmiyordum açıkcası. sonuçta karşıma çıkan insanın kendini bilmesi ve sonrasında ilk ve mutlak soruyu sormasından yani "ne yesek?" sorusundan yaklaşık 2 saat sonra sorduğu soruyu "gerçek ne anasını satayım" irdeleyen bir film olmuş.

öncelikle değinmek istediğim iki nokta var. ama ondan da önce söyleyeyim, spoiler korkunuz varsa okumayın bu yazıyı. spoiler vermemeye çalışıcam ama hassas bünyeler "yaaaa yağmur ondan mı yağıyor" diyebilir ki bu üzücü..

hah şimdi. filmin afişinde sulak bir ortam var.. filmi izledikten sonra o afişe bir daha baktığınızda keskin bir sidik kokusu alıyorsunuz ki bu üzücü.. insanların çişleri geldiği için yağdırdıkları yağmuru afişe koymak kimin fikriyse kalbini kırmak istiyorum..

ikincisi, christopher nolan bir gün michael cane'e "bana bak beyim, sen mi büyüksün hayır ben.. maykıl usta! dokunma christian bale'ime dokunma leanardo di caprioma" dedirtecek diye çok korkuyorum.. adamın tüm babacan oyuncudan anladığı maykıl keyn.. olmuyor dostum..

filmin ana mevzusuna pek deyinmek istemiyorum.. çok merak eden, felsefik tartışmak isteyen "jorge luis borges" kitaplarına bakınır.. ben bir emel sayın hayranı olarak "rüyalar gerçek olsa seni her gün görürdüm" diyip polemikten sıyrılırım..
http://t2.gstatic.com/images?q=tbn:YSbejjOqOxy2HM:http://img35.imageshack.us/img35/9066/45likdrtmevsimdesen.jpg&t=1
(sabah olmasın diye güneşi söndürürdüm)

junodaki kızın olaya dahil olduğu anda "eyvah birisi bunu rüyada gebe bırakacak" diye ürksem de zamanın nasıl geçtiğini anlamadığım, ama yarın bi gün "slavoj zizek" film hakkında makale yazarsa çok darılacağım bir film olmuş.. öykü anlatımı açısından inanılmaz başarılı bulduğumu söylemeliyim ama.. (filmin gerçekliğinin seyirciye anlatımı mesela.. inanılmaz sezdirmeden ve etkili.. olayları junoya anlattığında kimse eğreti hissetmemiştir heralde) ama işte senaryo biraz yavan kalmış bana göre.. matrix gibi katmanlı bir yapıda asla değil..


(bana bak beyim, ölüm döşeğinde bile oğluna "hayal kırıklığısın" diyebilen beyim.. sen mi büyüksün ben mi? )

velhasıl gidip izleyin, paranızın hakkını gayet veriyor.. ama felsefik anlamda hiç bir şey beklemeyin. film olarak mükemmel, düşünce sunması akımından tırt bir film.. christopher nolan'ın da zaten öyle ideolojik bir amajının olduğunu sanmıyorum.. o yüzden başarılı gayet..

son olarak şunu diyeyim, bu film 4-5 sene sonra tvde gösterildiği ilk gün en az 5 kişi "uyuyoruzdur belki mina koyiim" diyip intihar etmezse ben de salih bozok değilim!

Cumartesi, Temmuz 31, 2010

haftanın şarkısı #54 buzuki orhan - nazlı







geçenlerde herkesi yatırdıktan sonra aptal saptal şeyler okurken, "insanlar eskiye dair kötü anıları silerler, sadece iyi anılar akılda kaldığından nostalji güzel bir halt gibi gelir" gibi bir şeyle karşılaştım. artık nasıl bir bilimsel deney yaptılarsa, bunu ispatlamışlar da (yıllar süren eğitim, istatistiğin hırçın dalgalarında boğuşmak, doktora sınavları derken adamın geldiği nokta bu şekil bir araştırma.. bravo hakket)

o yüzden bu "eskiden şu şöyleydi, eskiden bu böyleydi" laflarına çok katılmıyorum. tamam eskiden bayramlar farklıydı da unuttuğunuz onlarca dandik şey var o bayramlar hakkında. en basitinden..

ama bir nokta var katıldığım: aşkların eskiden böyle olmadığı.. zira eskiden ne bu internetler, ne bu cep telefonları vardı. haftada 2 gün mü buluşuyordun sevgilinle, geri kalan günlerde tamamen sessizlik. öldü mü kaldı mı bilinmez, merak edilirdi. hangisi daha iyi bilmiyorum. her şeyini bilmek, her an onunla yaşamak mı yoksa onu deli gibi özlemek, özlemin acısını içinde çekmek mi.. barış manço'nun "fazla muhabbet tez ayrılık getirir, geçti dost kervanı" diyordu da bence oradaki sevgili bi boktan anlamaz, muhabbeti saçma sapan bir sevgiliydi.. futbol konuşsan anlamaz, edebiyatla alakası yoktur, sinema bilmez (ki zaten bunların hepsi yok o zamanlar, bir tek havadan bahsedebilirsin,hadi belki ineklerden falan.. peh) eh insan sıkılıyor tabi bir noktadan sonra. kız boyna hanefi teyzesinin kızından, murat dayının keçisinden bahsedince..

velhasıl hem insanlar, hem aşklar değişti. kabul. hangisi daha iyi emin değilim, ama aşıkla konuşmanın keyfi, onun yanağından bal almanın keyfiyle başa baş gider bence..



bu arada haftanın şarkısını atladik.. buzuki orhan namıyla meşhur süper insan'ın "istanbul rebetleri" adlı albümünden bir şarkı bu.. yunancası "suhilali" ama biraz araştırınca yunanistanda bu güzel şarkının bilinmediğini farkettim. canları sağolsun biz türkçe sözleriyle bu şarkıyı çok sevdik..

İspikliyorum: Atilla Dorsay

Yeni açtığım "ispikliyorum" köşesinin ikinci şahsı "Atilla dorsay" bundan sonra denk geldikçe populer tiplerin deli olduğum tutarsızlıklarını buraya yazayım diyorum ki nette arandıklarında kabak gibi çıksın.. Murat Bardakçı ile başladık Attila Dorsay ile devam ediyoruz..http://www.medyaline.com/haberresim/atilla%20dorsay.jpg

Attila Dorsay hiç değişmemiştir, eskiden neyse odur.. mesela türk sinemasının en büyük dram filmlerinden birisi, tekrar ediyorum dram, hatta ruh sökücü, yürek kanartıcı yegane filmlerinden biri olan "canım kardeşim" filmi hakkinda zamanında şöyle yazmıştır: (zamanında dediğim 80lerde)



"yılın en önemli süprizlerinden biri ise ertem eğilmez'in canım kardeşim oldu. yıllardır başarılı iş filmlerine (ve özellikle melodramlara) imzasını atmış olan eğilmez, halktan kişilerin öyküsünü anlattığı bu sıcacık komedide, türk sinemasında eşine rastlanmamış akıcı bir kurgu ve özenli bir fotograf calismasi araciligiyla son derece canlı, insancıl, duygulu bir film ortaya koymuştu. bu filmi seyrederken, de sica - zavattini ikilisinin italyan komedilerini, ellilerin ingiliz komedilerini, biraz da amerikan sinemasini ansıdırk. ama bütün bunlar birer çağrışımdı ve eğilmez, bizden tiplerle, bizden bir konuyla, bizden bir çevreyi ortaya koymuştu. istanbul'u kullanışı olağanüstü başarılı, oyunculardan (giderek tarik akan gibi genellikle yeteneksiz bir oyuncudan bile) aldığı sonuç, yüksek bir düzeyde idi." (atilla dorsay, sinemamızın umut yılları 1970-1980 arası türk sinemasına bakışlar, istnbul, inkilap, 1989)

hey yavrum hey.. halit akçatepeyi, kemal sunalı, metin akpınar, adile naşiti görünce basmış komediyi.. hey yavrum heeey.

murat bardakçı

http://www.turktime.com/pictures/muratbardakci01.jpg

tarih muhabbetinin kitleler tarafından takip edilmesi, izlenmesi dinlenmesi için her türlü bayağılığı yapmaktadır murat bardakçı.. karpuz mu kesilmemiştir tarih programında, kedi mi sevilmemiştir ki? eyvallah yapsın, daha çok yapsın.. programını haspel kader izleyen insanlardan birisi en ufak bir şey kapsa kardır buna sözüm yok.. fakaaaat kendisi zeki müren'i eleştirdiği bir yazısında şunu diyebilmiştir:

"bestelerinin ona mı, yoksa başkalarına mı ait olduğu konusuna hiç girmeden, zeki müren'in sahnede yaptığı değişimi hatırlatayım: o zamana kadar ciddî bir müzik mekânı olan sahne, şortlu ve mini etekli zeki müren'den sonra bazı hanımların, daha ileri senelerde de başka "hünsa" seslerin sayesinde, seviyesinden çok şeyler kaybetmiştir."

insaf be adam.. senin yaptığın şey aynısı değil mi bunun? sen belki mini etek giymiorsun (şimdilik) ama çıkıp programında gayet net bir şekilde karpuz dilimliyorsun tarihi kılıçla ? bu ne perhiz bu ne lahana turşusu demezler mi adama? sen kendin yapınca "efendim biz kitlelere ulaşmaya çalışıyoruz" ama başkası yapınca "seviyesinden çok şey kaybettiriyorlar.."

yazık.. zeki müren olmasa unutulup gidecek onlarca şarkı değil, yüzlerce klasik müzik şarkısı varken, üstelik kendin de aynı yolun yolcusuyken bu laflari edebilmek garip... şairin sözleriyle bitireyim: yanlış olmak meftun olmakta değil, neye meftun olduğunu bilmemekte!

Cumartesi, Temmuz 24, 2010

haftanın şarkısı #53 despina vandi - bir artı bir iki eder

(paris ile helen.. paris aynadan resimlerini çekerken.. sol ele dikkat)




Aleni olarak "helenik" bir tipim var. Yamuk burun, kıvırcık saçlarla tam olarak "türkler gelince ismimizi değiştirdik, benim yanniydi misal, yahya yaptım. zira burada toprak vardı, yunanistanda neyimiz vardı?" diyen atalara sahipmişim gibi. Ama işte burada bir kolpalık var. Helen uygarlığının, oranın halklarının hepsinin devamı yunanistan değil bana göre. Yani troya'yı yakıp yıkan insanlarla kendimi bağdaştırmak yerine, ben paris'in, hector'un torunu olmayı tercih ederim. Ki aslında orta asyadan gelip buralara yerleşme zırvası yerine "biz troyaların devamıyız" diye devam edilse çok daha başarılı bir ülke kurulabilirdi (troy'dan "türkiye" kelimesine de ulaşılabilir hem)

her neyse madem ki troya'lıyız, namı diğer, iyonuz, ecdadımızın geleneklerini devam ettirip yunanistan'dan bir kadın kaçırmamız gerek.. hah işte bu noktada "despina vandi" devreye giriyor.. 1969 doğumlu bu yunan divasını kaçırıp ülkemize getirmek arzum.. kocası da eski bir topçu olan "demis nikolaidis" artık musabaka yaparız, bir şeyler yaparız.. ama bu sefer kocaman bir at hediye ederlerse almamakta kararlıyım. (atatürk heykelini alabilirim gerçi. adamlar kocaman atatürk heykeli yapıp hediye edecekler niye almayayım değil mi??)



velhasıl bu haftaki şarkı biricik prensesim despinadan "ena ki ena kanoun dyo / bir artı bir iki" bildiğin "sensiz yapamıyorum, allah seni benden ayrı komasın, senin gibi erkek yok" manasında bir şarkı.. ama işte melodisi buradaki pop şarkılarda olamayacak güzellikte..

download için tıklayın...

Salı, Temmuz 13, 2010

Şarkıdaki "Alain Delon" kimdir


Burada gün görmedik şarkılar, fransız şansonları, ne bileyim efendim italyan popunun nadide örneklerini paylaşırken aslında kendi halimde "murat boz" "hande yener" ve "sıla" dinleyen bir adamım. Sıla bir kaç haftadır "Alain Delon" diye dolanırken, bu şarkıdaki bu gelmiş geçmiş en yakışıklı hergelelerden birini çoğumuzun bilmediğini düşünüyorum. Madem ki ben biliyorum anlatayım..

Alain (ki bundan sonra "alen" desem sorun olmaz sanırım) 8 kasım 1935 tarihinde dünyaya geliyor. O zamanlar Gazi Paşa henüz hayatta fakat Scoeux adlı küçük fransız köyünün zerre haberi yok bundan. Fakat ne zaman ki Mustafa Kemal vefat ediyor, o zaman anası babası ayrılıyor Alen'in. Bu sırada ne anası ne babası bu garip çocuğa bakmak istemeyince bunu evlatlık veriyorlar. Bir hapisanenin duvar komşusu bir evde büyümeye başlıyor alen ve gardiyanlarla, mahkumlarla arkadaşlık yapıyor resmen. İkinci dünya savaşında evlatlık verildiği aile almanlar tarafından şakacıktan öldürülünce, kendi anasına geri dönüyor. (hayat daha bu noktadan acaip film gibi)

bu şekil büyüyen bir çocuğun akademik olarak başarılı olacağını ummuyorsunuz inşallah? zira alen de ummadığınız gibi 15 yaşında bırakıyor okulu. bir süre kasaplık yaptırıyor biyolojik babası ama sarmıyor delikanlıyı bu iş. gidiyor fransız ordusuna "selamunaleyküm" diyor, pat yazılıyor orduya.. paraşüt komandosu oluyor, 54 yılında haritada zor yerini bulacağı güney asya ülkelerinde savaşa katılıyor. "Yine de iyiydi, orada kankalarım vardı, konuşacak, dinleyecek birileri vardı hiç olmazsa" diye anlatıyor alen o günleri..


http://farm2.static.flickr.com/1001/967033164_584daec357_o.jpg
(l'eclisse)

56 yılında geri dönüyor vatana ve sivil yaşama. Başlıyor garsonluk günleri. Aktorlere yemek getir götür bu güzel oğlan bir kaçıyla samimi oluyor. Diyorlar ki "gel Cannes'a bir görün bakalım ne olacak". Hakket gidiyor bizimkisi. Alkış kıyamet, kadınlı erkekli herkesin gözü Alen'de kalıyor. Bakıyorlar olacak gibi değil anlaşma yapıyorlar filmde oynatmak için.


http://farm4.static.flickr.com/3647/3346898967_3299154cc6_o.jpg
(romy şinayder deyince bu kadın gelsin aklınıza. ve alain'in elindeki don değil!)

Quand la femme s'en mèle / Kadının aklı karıştığında 1957 tarihi itibariyle Alen'in ilk filmi oluyor. İnceden "Yürü ya kulum" sesini duymuş olacak ki dönemin usta yönetmeni "Pierre Gaspard-Huit" ile bile çalışma imkanı buluyor. Jean Paul Belmondo ile karşılıklı sert çocuğu oynarken bir kaç yıl sonra efsanevi "sert çocuk" imajına sahip olacak James Dean'den evvel bu işi yapmaya başlıyor yani. (İnsan istiyor ki burada bir "Toprak Sergen"'den bir "Faruk Peker"'den bahsetsin ama işte)

1959 yılında dönemin en taş hatunlarından biri olan Romy Schneider ile gününü gün ederken uluslarası şöhreti " Plein Soleil / Mor Gün " ile kazanıyor. Şu yazı film olsa, şu noktadan sonra arkaya bir şarkı verip göstereceğim görüntüler, yere atılan plaklar, posterler, araba anahtarları ve paralar olurdu..


http://farm3.static.flickr.com/2302/2369746032_f615deaa30_o.jpg

60'lı yıllarda kendisi "Evet eşcinselim" diye açıklama yapıyor. Ama şahsen bu biseksüellik bana tam tamına yunan yarı-tanrı stili geliyor. Yani Adonis neyse o işte Alen. Kadınları çektiği kadar erkekleri de çekiyor, ve bu biseksüelliğini resmen şanı şöhreti için kullanabiliyor. Yönetmenlerin, rejisörlerin yatağına girip çıkıyor gerekirse zira Alen bir insanın vermeden almasının imkansız olduğunu hapishane bahçesinde oynarken idrak etmiş bir genç..

Rocco e i suoi fratelli / Rocco ve kardeşleri filmini izleseniz "Ulen bunun Cüneyt Arkınlı komiser kemal'li versiyonu yok mu?" dersiniz ki haklısınız. İyi çocuğu oynayan Alen ödül üstüne ödül alıyor bu filminde. Il Gattopardo / Leopar filminde canlandırdığı arıza karakter rolü ile filme Altın Palmiye ve en iyi yabancı film dalında Golden Globe kazandırıyor. Bu sırada aşkta kaybediyor bir yandan "senden ayrılıyorum stop" kıvamında gönderdiği bir telgrafla ayrılıyor Romy'den.


http://farm4.static.flickr.com/3645/3345601891_41a13902bc_o.jpg
(leopar filminden sevimli bir sahne)

Romy'nin kalbi kırılıyor ama çabuk toparlıyorlar. Zira sevimli bir hergele Alen. Manita bulmakta da sorun yok tabi. Hop Nathalie Canovas adındaki bir güzele takıyor evlilik yüzüğünü, Antony de bu aşkın meyvesi oluyor. 1965 yılında yani çocuğunun doğduğu yıl "The Yellow Rolls-Royce / Sarı Düt Düt" adlı filmi çekiyor Shirley Mclaine, Ingrad Bergman, Ömer Şerif ile birlikte ve bu çektiği ilk holivud filmi oluyor.

Paris brûle-t-il? / Paris Yanıyor mu? adlı filmde onlarca holivud yıldızıyla birlikte oynuyor Alen. Bir paris direnişçisini oynarken göz boyuyor, herkesin önüne geçiyor.. pariste böyle tipler varsa bravo almanlara istilaya gelmişler dedirtiyor.. Ama açıkcası bu olay, yani görüntüsünün oyunculuğunun önüne geçmesi Alen'i feci sinirlendiriyor "Herkes dışımda görünene baktı ömrüm boyunca, içimden gelene asla dikkat çekemedim. Tüm hayatım içimdekini gösterme mücadelesi olarak geçti" diyecekti bir gün bir röportajında hatta.

1968 senesinde dünya kavrulurken tabi Alen'de durmuyor. Körükle gidiyor yangına. Tre passi nel delirio/ Ölülerin Ruhları Adieu l'ami / Elveda Arkadaş ve Marianne Faithful'un en güzel olduğu zamanda onunla oynadığı Girl on a Motorcycle / Motorsikletli Kız filmi ile sarsıyor dünyayı.




Ama işte yıl 1968 olunca olaylar da bir garip oluyor. Korumasının öldürülmesi ile kendisini uyuşturucu/sex /marsilya gangsterleri üçgeninde bir olayda buluveriyor. Ve sorgulamalar sırasında Alen'in gerçekten mafyayla ordudaki günlerine kadar varan bir ilişkisi olduğu ortaya çıkıyor.

Bu olay kariyerine hem yardımcı oluyo aslında. Salon beyfendisi rollerini 1970lerde oynamayı bırakırken polisiye filmlerde oynamaya başlıyor. Zira böylesine gangsterlerle iç içe olan birinin gangster filmlerinde oynaması yapımcıların ağzını sulandırıyor. Bu dönemde bence iki muhteşem film çekiyor Alen. Le Clan des Siciliens / Sicilyalılar , Le Cercle rouge/ Kızıl Çember. Gerçek hayattan edindiği deneyimleri içine katıyor oyununun ve muhteşem işler çıkartıyor bu filmlerde. Ha bu arada Nathalie ile de evliliği bitiyor.


http://i17.photobucket.com/albums/b78/wanderingmoon/adelon00.jpg
Yaşlandıkça, olayı anladıkça ticarete ve politikaya giriyor bizim delikanlı. Kendi film şirketiyle iyi işler yaparken İsviçre'ye taşınıyor, sol partileri destekliyor.

84 senesinde Notre histoire / İkimizin Hikayesi, filminde belki de hayatı boyunca hep olmak istediği ukala salon beyfendisi hatta bir baron olan Charlus rolü ile en iyi aktör dalında "Ceasar" ödülünü kazanıyor. 87 yılında "içicen şarabı öpücen hollandalıyı" ekolune uyarak hollandalı bir model olan Rosalie van Breemen ile evleniveriyor. 2 tane de kız çocuğu yapıyorlar allah bağışlasın..

75 yaşında hala ve hala yakışıklı olan bu koca adam artık o festival senin bu festival benim "onur ödülleri" almak için yaşamakta. Bilmediği dillerde, bilmediği, tanımadığı insanlar adına şarkılar yapmakta. Ve işte tüm hayatıyla açıkladığı gibi insan asla ama asla hayata bir şey vermeden ondan alamıyor.. Er ya da geç. (Sanırım bu ilkel insanlar bunu anladıkları için insan kurban etme gibi saçma işler yapıyorlardı. Hayattan bir şeyler elde etmek için bir şeyleri kurban etmeyi göze alıyorlardı)

FIN