Pazar, Mart 01, 2015

ben hiç hazır etmedim kendimi gidişine

küçükken, evin salonunun kömür sobalı sıcaklığında otururken, televizyonda komik bir şey gördüğümde göz ucuyla babama bakardım. gülünmeli miydi şimdi buna? yoksa hadsiz bir espri miydi?

Sonraleyin hiç beklemediğim bir şekilde büyüyüverdim. insan hiç bir zaman büyüdüğü hızla olgunlaşamıyor. daha dün renkli istop oynadığım sokaklarda büyük adımlarla yürürken mahallenin kızlarının, bakkalının, yaşlı teyzesinin bile bakışı değiştiğini farkettim. omuzlarım genişlerken, sakallarım çıkarken görmeye başladım olup biteni. hayatta bilmem gerektiğim renklerden çok daha fazla şey olduğunu farketmem aynı zamana denk gelir. hayat dediğiniz şeyin öyle yavru ağzıyla, vişne çürüğü ile hiç alakası yoktu.

istop...

ben büyürken hep gözümün ucuyla Yaşar Kemal'e baktım. hakli kim, haksız kim, doğru kim palavracı kim hep ondan ogrendim. 95 yılıydı, 90larin o bulutlu ve dandik polyester mantolu günlerinden birinde milliyet gazetesinde cikmisti asagida dediklerim. gazeteden cikmis ve cuzdanıma girmişti. neden bilmem büyük ozanın külliyatında öyle hatrı sayılır bir yeri olmayan bu sözler, yıllarca cüzdanımdan çıkmadı. dgm'de yargılanıyordu o zamanlar, yine zulum yapanlara "bu zulumdur" dedigi için:

“Yazıya emek vermek, denizin kıyısındaki kentlerde, fabrikaların, iş hanlarının kuşattığı metropollerde yaşarken dağda yaşayanın hayallerine ortak olmayı, bulmayı, o hayalleri evrende okuyan, okuyacak herkesin seçip ayırabileceği biçimde yeniden yaratmayı gerektirir. Bunun tersi de aynı önemdedir. Kökü dağda bir yazı adamıysan, kenti, o karmakarışık dünyayı çözmeyi de işe katacaksın ki kendi coğrafyanı, doğanı daha doğru anlatabilesin. Bu insanın farklı olanı tanımasına, farklı olanların birbirini anlamasına, yani barış umuduna emek vermektir.”

topalım ben. insan kendi kusurunu yaşarken unutuyor. koltuga yatıp tv izlerken topallığın gelmiyor aklına da, sokakta aynalı camların yanından geçerken farkediyorsun topalladığını. belki biraz da bu topallamadır, tek gözü kör ozanı kendime bir fener bilmenin marifeti. ve yine yaşar kemal'in kör gözüyle kocaman gülüşüdür sokağa şortla çıkıp insanların ayağıma bakışlarına aldırmamanın çaresi..

şimdi düşündüğümde o kadar çok şey var ki yaşar kemal'den öğrendiğim, yani öyle faso fiso işler değil, ne bileyim "biz seninle direnmeyi, hakkını aramayı, zulume karşı durmayı öğrendik" gibi değil, daha somut işler. bir çayın nasıl daha güzel demleneceği mesela, ölünün arkasından acını nasıl kalbinde eriteceğini, güneşin alnında yürürken ensen yanmasın diye neler yapman gerektiğini.. ama ille de insanlara güvenip sevmeyi.. ve biliyor musunuz, biraz da affetmeyi. ne birazı. çokça affetmeyi..

“Karanlıklar ne kadar yoğun olursa olsun, isterse kurşungeçirmez olsun arkasından bir ışığın patlayacağını öğrendik… İnsanlığa güveniyorsak o ışığı görürüz”




çok sansım oldu tanışmak için. bir gün bizzat masasına bile davet edildim. ama işte ikarusu bilirsiniz, şu güneşe uçmaya çalışan çocuğun hikayesini.. hani güneşe yaklaştıkça balmumundan kanatları erir ve düşer ya aşağıya, hiç bir zaman ikarus gibi cesur olamadım. ya nefret ederse benden dedim, ya sevmezse rahatsız olursa varlığımdan. olmadı velhasıl, pişman da değilim baktığımda..

şimdi bu kalbimdeki acı, bu göz yaşlarım biraz bencilcedir o yüzden. büyümenin sergüzeştinde yalnız kalmaktandır. şimdi bir şey olduğunda göz ucuyla bakabileceğim bir yer yok. silah bırakmaya ne diyeceğimi kendi yetersiz aklım ayırt edecek, neyin reva neyin zulum olduğunu bilmek benim işim..

sizi bilmem ben. ama ne bileyim işte, dursun istiyorum dünya. yeni bir gelişme olmasın. nasıl bıraktıysa Yaşar Kemal öyle kalsın dokunulmasın. ben istemiyorum.. ben böyle boktan, nalet bir kış gününde gitmesini de istemiyorum ki zaten. ağustos böceğinin hakki var be bayım. çukurovanın sıcağının güneşinin hakkı var.. pamuk işçilerinin hakki var helallik almadan gidilir mi hiç? göçmen kuşların helalliği hiç mi değildi yani umrunda.. hem biz burada ne diyeceğiz yaz gelince? nerede diye sorarlarsa? ve derlerse bize "hiç kimse sevemeyecek bu memleketin halklarını ve hiç kimse güvenemeyecek insanlara onun kadar" ne diyeceğiz allah aşkına? hangi kitabında hangi yazında yazdın ne bok yiyeceğimizi?

Hiç hazır olamayacağım bir şekilde Etrafımız Abdi Ağa'lar ile çevriliyken İnce Memed olmaya ve kalmaya devam etmek vasiyet kaldı bana, bize. tüm kitaplarını bir daha okuyacağım sanırım ben, gittiğini kabul etmek istemiyorum.. yok olmaz böyle..

bu kış olmaz..

"Yanıyor yüreğim. Eskiden, daha korlu, daha beter, delirten, yüreğim ne güzel yanardı. İçimde bir ateş harmanı. Keşki şimdi de öyle olsa. Yansa yüreğim, acısa, korksam. Ölüm gibi, ölümden beter, korksam yüreğim dayanmasa. Orta yerinden çat diye çatlasa, tam ortasından. Sabır taşı gibi…Şu dünyada her bir yaratığın tutunacak bir dalı var, insanın yok. Şu dünyada yalnız olan, kimsesiz, çaresiz olan yalnız be yalnız insandır. Herkesin, her şeyin yaşaması, ölümsüzlüğü var, insanın yok. Ağaç, kuş, otlar, böcekler, yılanlar, çıyanlar, hiçbirisi, hiçbirisi yok olmuyor. Ama insan yok oluyor. Çünkü insan kendinde başlayıp kendinde bitiyor…"

Pazar, Ocak 25, 2015

Piyale Paşa

Şehrin orta yerinde işlek, kimsenin durmaya vaktinin olmadığı caddelerin, otoyolların hemen yanı başında herkesin yoldan geçerken gördüğü ama kimsenin işi yoksa uğramadığı semtler vardır... Oradadır, şehrin tam ortasındadır ama uzaktır insanlara, durup ince şeyleri düşünmeye vakti olmayan meşgul insanlara...



İstanbul’da, Galata köprüsünden, Taksim’e tırmanırken, yani Beyoğlu’nun hemen altında yürüme mesafesinde, yani Nişantaşı’nın dibinde, yani Kasımpaşa’da herkesin anayoldan görüp de “Piyale Paşa Camii bu” dediği ama kimsenin gitmediği bir caminin etrafındaki Piyalepaşa semti de bu kendi başına yaşayan semtlerden biri.

1500’lü yıllarda, denizcilikteki zaferlerden kazandıklarıyla “Mimar Sinan göçüp gitmeden ben de bi cami yaptırayım da hayrolsun, ölmüşlerime dua edilsin” diyerek yaptırmış ve adını vermiş büyük Kaptan-ı Derya Piyale Paşa bu camiye. Sonrasında bilhassa sabah namazında uykusundan uyanıp da bu güzel camiye gitmesi zor gelenler, caminin etrafına birer birer evler kondurmuşlar. Git gel zaman koca bir semte dönüşmüş Piyale Paşa Camii’nin etrafı. Biraz unutulmuş sonrasinda, biraz sahipsiz kalmış. Şehrin orta yerinde sahip çıkmamış kimse, etrafındaki şehir genişlerken o git gide gözlerden daha uzak kalmış. Oysa ki ne çok ihtiyacı var yeni bir nefese. 


Yeni yerleşim yerlerinin, yeni şehirlerin birer birer kurulduğu bir coğrafyada dile kolay 500 senelik bir semt olmak, 500 senelik sevdaları, özlemleri, kızgınlıkları, sevinçleri ve çoşkuları barındırmak. Ne gariptir kim bilir adımlarından yorduğun sokakları senden önce nice insanın yorduğunu bilmenin garip hissiyatıyla yaşamak, şehrin gürültüsü yukardayken, herkesin bakıp geçtiği sırlara muvaffak olmak.





Üstelik mesela büyüdüysen kahvede seni yakalayıp semtin tarihini sanki oradaymış gibi anlatan amcalarla, bakkal dükkana hasbelkader giren yabancı müşteriye “tabi yahu na buradan yürütmüş Fatih gemileri. O zaman bizim arsa varmış burda” diye anlattığına tanık olduysan ve kimseciklerin sokakta olmadığı bir yaz günü, Haliç’e bakan bir duvarın üstüne oturup karpuz yerken mesela anlatıyorsa çocuklar Fatih’in gemileri tam da Piyalepaşa’nın üzerinden nasıl yürüttüğünü yani semt sizden önce de varsa, yani herkesten önce varsa, varsın o bilmemkaç katlı binalar bir kenarda dursun der insan.

Bir insanı insan yapan mahallesidir, semtidir aslında. Yürürken balkonlardan sarkan sepetlere kafası vurmuş insanlardan ne zarar gelir ki hem? Yılların yoğurduğu sokaklardan, nesillerin yürüdüğü kaldırımlardan kötü insan çıkar mıymış hiç?