Pazar, Mart 28, 2010

haftanın şarkısı. sezon 2, şarkı 1



ben öyle rakının yanında meze falan aranan birisi değilimdir.. bira'da da öyle.. insanların meze aranmasına da şaşarım. benim yegane mezem müziktir. rakının yanında müzik, hem de en kralından olmalı.

arabeske karşı bir ön yargım olmasa da, hatta nispeten sevsem de, hatta kimi zamanlarda "taşağını yiyim orhan baba" moduna bürünsem de rakının en güzel mezesi benim adıma şöyle ağır bir zeybektir..

hem bu zeybek rembetiko gibi söylendiyse daha da güzeldir daha da muhteşemdir.. roza eskenazi bu.......

ya benim maça gitmem gerek dinleyin işte güzel şarkı.. öptüm bye..

Cuma, Mart 26, 2010

bir muhasebecinin heyecan dolu günlüğü

yukarda gördüğünüz kitap benim "kpss"ye çalışalım da devlet işine girelim, sonrasında bakarsın burada beğenilirsem ingiltere'ye transfer olurum mantığı ile aldığım bir kitap.. kitabın kompile ismi şu "8. sanat: muhasebe ve uygulamaları"

gülmekten çok içim eridi bu arkadaşlara benim.. kitabın kapağına da 7 sanattan parçalar, citizen kane olsun, old man and sea olsun o tarz sanat eserleri yerleştirilmiş.. en altta da gudik rakamlar.. şimdi aranızda gülen vardir ama gülmeyin arkadaşlar! fizikçilerin falan işi hep kolay. sürüyle görsel var, biyologlar mesela, hop açan bir çiçek koy bitti. acaip şekilli görsel. oysa muhasebe öyle mi? zerre bir görseli, albenisi, "olm çok manyakmış bu muhasebe" dedirtecek bir olayı yok.. sektörde en heyecan verici şey bilgisayarın bozulması.. el filan çırpılıyor ne yapılacağı bilinmiyor..
http://www.resumeporta.com/wp-content/uploads/2009/12/Accountant-Resume-3.jpg
(buyrun zımba esnasında tipik bi muhasebeci)

"bir noter'in heyecan verici günlüğü" diye bir kitap yazılsa bölümleri şöyle olacak
i) klimanın çalışmadığı gün
ii) sarışın kadının muhtasar beyannamesi vermesi
iii) bilanço günü

gerçekten bunaltiyor insanı.. muhasebeci olsan yapabileceğin en heyecanlı şey "mali suçları araştırma kurumu" na girmek.. onda da böyle "kimse kipirdamasın ve klavyeleri yere bıraksın" diye ortalığa giremiyorsun.. hele ki fotr sapkanin ve pardesunun yokolduğu bir zamanda imkanı yok..

oysa şöyle olabilirdi:

muhasebeci olmanın gereklerinden biri de ön sezilerinizle hareket etmeyi öğrenmektir. İşte tam da bu yüzden o sıcak yaz gününde Nuran Falcı adındaki sarışın bir afet ofisime titreyerek girdiğinde, bedenimi şüpheyle sarsan ani ürpertiye kulak vermeliydim.

"azuth?" dedi, "azuth caulfield?"

"kimliğimde öyle yazıyor," diyerek onu doğruladım.

"yardımınıza ihtiyacım var. benim hesabımı 903. mafya'ya verilen çekler hesabında kapatmışlar ve bütçe denkleşmiş"

Bir trakya düğünündeki sarhoş enişte gibi sallanıyordu. Bir bardak ve bir şişe ilaç harici kullanım amaçlı devamlı el altında tuttuğum tekel viskisini masanın diğer ucuna doğru uzattım. "Sanırım bu sizi rahatlatır ve bana olanları anlatırsınız"

"siz bunları kocama anlatmazsınız değil mi?" dedi. Bu kötü bir haberdi. o yeşil elbisesinden sarkan sarışın bacakların bir sahibi olması üzücüydü....


bak acaip şekilli oluyor böyle.. 8. sanat muhasebe kitabını böyle yazsan, herkesler alırlar okurlar..

bir başka ülkeye bir başka denize giderim dedim




Bloga geçen sene olduğu kadar yazı yazmak gelmiyordu içimden bir süredir. Bu bir sürenin başlangıcı, benim buradan tanıştığım ve bir şekil pek çok sevdiğim insanla konuşmayı kesmemize denk geliyor.. garipti insan olay gerçekleşince sonuçlarının buraya varabileceğini düşünmüyor (oysa ki atatürk'ün ileri görüşlülüğü vardı.) sıradan işler işte,bilirsiniz seversiniz, belki aşık olur, beraber şarkılar dinlersiniz, sinemada karanlıkta öpüşürsünüz, çoğu şey onun adıyla başlar, bir kitap alırsınız o okusun diye, yalnız hissetmesinzi kendinizi, ama sonra mutsuz bir şey olur, toparlar gibi olursunuz biraz ama sonra olmaz, nihayetinde ayrılınır. ve bir süre, yeni anılar edinilinceye kadar, onunla gidilen mekanlara gitmek, onunla yapılan işleri yapmak istemezsiniz. lafı uzatmayayım, işte bu blogger zimbirtisi da benim "onuhatırlatanşeyler" kutumda en üstte bir yerlerde duruyordu. bloga girip onu hatırlamamak imkansızdı.

içimde nasıl bir yılmaz güney besliyorsam, nasıl bir "kayıp kentin yakışıklısı" durumlarındaysam, şehri terkedesim geliyor böyle anlarda. terkedemeyince de blogger'ı terkettim. (oysa ki atatürk izmir'i yakmadı latife'den ayrıldığında.) ama olay kavafis'in şiirine bağlandı:

"Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim," dedin,
"bundan daha iyi başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
-bir ceset gibi- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim ülkede."


bana sorarsan bu gayet şirin aslında.. full house dizisindeki jeff amca'nın aşk acısı gibi bir tatlılıkta.. ben olmasam, dışardan birisi olsa "abi ısırgan otları bile bana onu hatırlatıyor" dese, yanaklarını tutup mıncırasım gelir.. ama insan kendisi yaşayınca hiç öyle değil. kokoreçlerin, eko'da oturmanın, starbuckstaki köşenin, düşünecek hiç bir şey olmadığı zamanlarda ekimden beri aklıma onu getirmesi acıklı.. blogger'ın temasını onun beğenisiyle oluşturduğum için blogger'a girememek ise acınası.. ama işte insan dönüyor. dönmek zorunda..

bu "sensizyapamıyorumculuk" veya "seniunutamadımcılık" erkekte daha yaygın sanırım. ya da en azından bunu dile getirmek erkeğe mahsus.. televizyon programlarinda da böyle. paso erkekler çıkıp "karımı geri istiyorum" ayağına yatıyorlar.. oysa kadın yoluna daha rahat bakıyor. "bu ilişkiyi atlattık, benim yemek yapmam değil karnımızın doyması önemliydi, önümüzdeki ilişkilere bakıcaz artık" diyebiliyor. oysa biz erkekler gerçekten aşık olduğumuz zaman, kapısının önünde "seni seviyorum!" yazıp yağmurun altında bekleyebiliyoruz.. bir kızı bunu yaparken görebilir misiniz? göremezsiniz.. emel sayın hariç hiç bir kadın hissederecek söylememiştir "ben seni unutmak için sevmedim" şarkısını..

Her neyse.. az önce gecenin bir körü cep telefonumu kurcalarken nasıl olduysa simdeki numaraları gördüm. bu prensesle biz o amerikaya doktora yapmaya gidecek diye ayrılmıştık özünde. ben de amerikadadır diye, "senziz yapamiyom dülaaaay!"'dan sonra gelen en ezik ikinci mesajı attım.. tak cevap geldi "kimsiniz" diye.. benim kalbim o vakit alien filmlerindeki yaratik gibi "gogus kafesine sığmam taşarım" demeye başladı ki aklım "yanlış numara" yazmayı akıl etti.. ama vucut içindeki iç savaşı gerzek kalbim kazanınca "uur" diye ikinci bir mesaj attım..

işte o mesajın nedenidir buraya tekrar yazı yazmaya devam etmem gerektiğini gösteren şey.. "lütfen bir daha buraya mesaj atma".. hell yeah! türkçesi "amerikaya gitmedim ve sevgilimle çok mutlu yaşıyorum" herkesin hayatı kendisine tabii ki.. ben en azından artık onsuz da eko'ya oturabileceğim..

"Düne ait ne varsa dünle beraber gitti cancağazım, şimdi yeni şeyler söylemek lazim"