Salı, Eylül 29, 2009

acıkmak

http://www.crabbiemasters.com/images/printables/crabbies/Hungry-bw_c.jpg

acıkmaktan gerçekten nefret ediyorum.. hatta acıktım yine... yazıklar olsun bana! daha sabah yedim! yazamadım bak bir şey. aç ayı oynamiyor işte (hoş aç ayı oynamazsa oynamazın, blogger bir ayı değildir!)

Cumartesi, Eylül 26, 2009

Haftanın Şarkısı #35 - Herşey bitmiştir artık



Rana alagöz'ün bir şarkısı bu. 72 bilemedin 73 yilinda salmış ortaya. mühim olan bir sene sonra "herşey bitmedi bitemez" diye devam etmesi. her şarkici ayni fikri takibi yapsa, bu dünya daha şık bir yer olurdu..

Her neyse, şu çok gezen mi bilir çok okuyan mı kıyası vardır ya, hergelenin teki çok okumuş da çok görenden daha çok bilmiş, vay efendim orası öyle değilmiş bilmem ne kitabinin bilmem ne cildinin 3. paragrafinda demiş ki "o olay nah öyle olur".. Ben de bundan bi 15 sene önce kandım bu dustura, okudum ettim boyna, yazdım çizdim, yaşamayı sınırladım, sevdim evimi, bir kere sevince tam sevdim, ilişkiler hakkinda bir ton konuştum, çoğu doğru, çoğu bir yerlerden okunmuş..

eh şimdi şöyle oldu bu "vaay çocuğun ağzı laf yapıyor, demek ki yediği önünde yemediği arkasında bir insan. hem etrafinda da bir çok kız var baksana".. Kitaplardan aldık çunku gazi, nicolai hel gibi iş atmayi ogrendim, arturo bandini gibi çok afedersiniz çakmayi, romeo gibi aşık etmeyi, kamuran gibi takılmayı... ama işte kaz'ın ayağı öyle değil. teoride süper olunsaca, pratikte hababam sınıfının şefket altuğ'su kadar acemi ve beceriksiz kalıyorum.

yani mesela hikayeyi tamamen yanlış kurguluyorum. benim ilişki die betimlediğim şeyin bir başlangıçı var, sonrasinda yükselen bir ritmde konusuluyor, arkadas olunuyor "ahah cok komiksin ya" evresi var mesela, orası aşıldıktan sonra sevgili olunuyor, sonrasinda sevgililik bir noktada bitince, aynı yoldan geriye gidiliyor.. yani böyle bir tepe gibi.. durun çizicem:


bu bana acaip mantikli geliyor. cünkü kanimca aşk dedigin şey pi sayısı gibi bir şey. "3" deyip kestirip atabildiğin bir şeyin ilişkisini niye yaşayasin ki? ama realitede öyle değil işte, ben hala muhteşem gatsby gibi ilişki ararken, olay kücük bir aşk tepeciginden ziyade antalya falezlerine benziyor. yumuşak bir iniş beklerken birden kendinizi denize düşmüş buluyorsunuz ki inanın bu çok can sıkıcı..

can sıkıcı olduğu noktada insanin tipik davranışı başkasına bok atmak olduğundan yapistiriyorsun yaftani, "bak işte başka birisiyle takiliyor, muhakkak ki sevisiyor biririsiyle, söyleeee buldunmu aradigin aski soyle" falan diyor, icabinda kenan dogulu sarkisi bile söyledigim oldu gecen gün:

sanki umrunda belkide onunla
sevişiyor çılgınca
yine de kalbim hep onunla
sen benim masum biricik meleğim..

(bu arada acaba kenan doğulu hala o güneşli dövmeyi üzerinde taşıyor mu? bir dönem güneşli kolye takiyordum anasını satiim. zira o mavi ceketli klibindeki cocuga benzetiyorlardı beni. hey yavrum hey)

daha çok ilişki yaşamaliyim sanirim. 3 senede bir 3 ay ilişki yaşamak çok acemi kılıyor beni... kitaplardan öğrendiklerimizi gerçek hayata aktarmaliyim.. hem hergele ben değil miyim ki okullarda daha çok gezi olmalı diyen.. kendim evde oturursam halim nice olur.. hoş rana alagöz gibi "baktin ilişki bitti lalalalalala" demek de fena degil..

ama çok özledim ulen!

Perşembe, Eylül 24, 2009

fizik yazıları: anti madde

http://i.usatoday.net/tech/_photos/2009/07/24/g-forcex-large.jpg

bu anti madde dedikleri nane, koca koca adamlarin, dünyanin en saygin üniversitelerinde, en saygin hocalar tarafindan yetiştirilen insanlarin, sirf hikayedeki bi acigin kapanmasi icin inandiklari şeydir.. yapmayin allaskina, hiç anti madde diye bir şey olur mu?

öncelikle şunu söyleyeyim, ne gören vardir bu maddeyi, ne duyan, ne elleyen, ne yutan vardir. hatta izi bile yoktur bu maddenin. "vaay buradan anti madde geçmiş izler daha sicak" diyebileceginiz bir nokta bile yoktur. karadelik gibi degildir yani. onu da goren, eline alip "agirmis" diyen yok ama varligini izinden tespit edebiliyoruz. ama dedigim gibi anti madde'de böyle bir şey bile söz konusu degil.. ha teoriden yola cikilarak, `cern`de antimadde yaptilar, ellerine saglik, da işte dogada yok arkadas bundan!

ama teorinin biri bin para, neymiş samanyolu'nun merkezinde varmiş, orada kaynıomuş allah allah! bilmeyenler için söyleyeyim ki, samanyolu'nun merkezinin varligindan bile emin degiliz.. etrafinda inanilmaz bir toz bulutu oldugundan, ne bir ışık, ne bir mikro dalga, ne bir radyo dalgasi, özetle hiç bir dalga bize oradan ulaşmamaktadir. samanyolunun merkezi hakkinda bilgimiz "na şurada" demekten öte degil. hal böyleyken "orada çokmuş, irmaklardan akiyormuş anti madde" demek, jules verne'in `ay a seyahat` kitabindaki ay dekorasyonundan öte bir şey gibi gelmiyor bana..

şu üzerine kütüphanelerce kitap yazilan `büyük patlama`nin, olusumuna sahip olsak "cay doldurup geliyorum" dememizle tüm eglenceyi kaciracagimizi biliyoruz. yani birden olmuş işte. o birden oluş durumu 1 saniye falan sürmüş ama o bir saniyede neler olmamış ki? işte o neler olmamışı "bir anda" fikrinden kurtarmak icin bilim adamlari "plank zamanı" diye bir hadise bulmuslar. her saniyeyi 10 üzeri eksi 43 lük bölümlere ayirmişlar. o vakitte neler oldugunu izah etmisler. her döneme de isim vermişler. işte burasi patliyor, burada şey oluyor, boyutlar burada kayboluyor falan filan.

işte o dönemlerden birisi `hadron` donemi. bu hadron doneminde madde ve anti madde birbirine carpiyor. ve birbirlerini öldürmeye basliyorlar. yok ediyorlar düpedüz. eşini bulan puf gidiyor. buraya kadar mantikli. yani hiçlikten bir bok oluştu, o halt da daha kendine gelemeden yokolmak üzere.. bana burasi mantikli geliyor arkadas.. mantikli gelmeyen tarafi, anti madde'nin bir şekilde daha dayaniksiz olmasi neticesinde elimizde sadece madde'nin kalmasi. yahu bu anti madde komple madde'nin antisi. nasil olur da daha dayaniksiz olur arkadas. aklin hafizalan aliyor mu senin bunu? yumurta mi bunlar birbirine vuralim da biri kirilsin, kiran da "hop üttüm yumurtani" desin?

bilim adamlarinin buna bir yanıtı yok işte.. anti madde diye bir şeyi ürettik mi? ürettik.. yani olabiliyo öyle bişey. biz üretiyorsak big bang kralini üretir o da aşikar, ama neden kayboldu? kim ona "siktir git buradan, burada evren kurcaz" dedi bilinmiyor, trip atip bir anti evren mi olusturdu o da bilinmiyor. ama bilinen bir şey var ki o da öyle bir şey varsa yani anti evren diye bir şey bu çooook manyak bir şey olurdu.. oh bebek..

Salı, Eylül 22, 2009

Blogger uyuma, yazarına sahip çık!

blogger'da bir kaç gündür bir sorun var, ne zaman bir şey yazma hevesim gelse blogger'a giremiyorum, girene kadar da hevesim kaçıyor. o yüzden işler düzelene kadar ara veriyorum..

siz bu süre zarfinda sakın gremlinlerin üzerine su dökmeyin! rakı'da dökmeyin. hoş merak ediyorum, rakı döksek acaba yine manyak olurlar mı? işte senaryolarda eksik olmayacak arkadaş! ne bilcem ben rakı dökülünce ne olduğunu?

Salı, Eylül 15, 2009

LOVER BOY SCENE - DIRTY DANCING (HIGH QUALITY)

birilerinin, 3g yi ne bileyim efendim, bilmem kaç kilometre hiza falanca saniyede cikan arayi bulmak yerine kansere care bulmasını dilemek cok mu ahmakça?

nur içinde yatsın kabarık saçlı idolumüz..

Pazar, Eylül 13, 2009

ikinci içeceği isteyebileceğini/içebileceğini farketme yaşı


yıllar önce sanırım ekşi sözlükde nazmiye demirel yazmıştı bunu. ne olursa olsun biz internette yazılar yazan, yazılar okuyan çocuklar orta sınıf ailelerin çocuklarıyız. zira zengin ailelerin çocukları nette pek takılmıyor bunu biliyoruz. (ki o yüzden dostum pucca, netten zengin manita yapamayacaksın üzgünüm) yani hepimiz bir lokantaya gittiğinde tek meşrubat içme kodeksi ile büyüdük. bize öyle öğretildi işte, "sen ne içeceksin?" sorusu babamiz tarafindan bize soruldu, biz de o masanın kenarindaki "fanta, kola, şalgam, temsili ayran" dörtlüsünden kolayı istedik hep.

o kolalarda hep yemekten evvel geldi ki o çocuk, cocuklugunun verdigi haytalikla hemen hüpletsin kolaları başlasın zengin piçi gibi "babaaeeaaeaa bana kola al" şeklinde zirlamaya.. ama yoo dostum yoo hiç birimiz şişko nuri misali değildik, hiç birimiz ikinci kolayı isteyebileceğimizi düşünmedik. "aman çabuk içtim kolami, biraz durayim sonra bitireyim" dedik hep. (ki şişko nuri fıstığı istediği her an ev ahalisi tarafindan "piçe bak ya" diye karşılanırdı)

ama işte zaman geçince, büyüyünce , kendi paranı, hiç olmazsa hunharca harcayacagin ve nereye gittiği maliye tarafından sorulmayacak baba parasını harcama noktasına geldiğimizde yemek yerken birde aklimiza dang eder "ulan ağzım kurudu be" diyverirsiniz hop istersiniz ikinci meşrubatı.. "bu muymuş?" der içerdeki uzun beyaz sakallı bilmiş amca.. bir tabu yıkılmıştır.. masumiyet böyle böyle kaybolur işte.. her şeyin ilkinde olduğu gibi havayi fişeklerin atılmasını falan bekleriz, ama yedigimin dünyasında havayi fişekler zengin sünnetlerinde atılır ama siz ilk ikincimeşrubatiniziiçerken/ilkkezmilliolurken/ilktrafikkazanizda/ilkkezkizinailesiiletanistiginizda atilmaz..

o değil de ikinci meşrubatı isteyeyim derken ikinci meşrutiyeti istemiş olsalar ne komik olurdu. "amaaan ne sikko tarihimiz var eki eki" diye gülüşürdük.

bu arada foto yildirimkonukevi.com diye bir siteden. adamlar nette bile içecekleri yan yana dizmişler..

Haftanın Şarkısı #34

hayatta her şeyin karşıtlarıyla mümkün olduğunu öğrenmem, kabul etmeliyim ki, yemeğe gidilen lokantada ikinci meşrubatı isteyebileceğimi öğrenmemden sonra olmuştur.(ki bu ikinci meşrubatı isteme konusu üzerinde durulması gereken önemli bir mihenk taşıdır) her gecenin sabahı, her yokuşun bi inişi, her yediğim acı biberin bir çıkışı olduğunu öğrenme sürecim gerçekten mutsuzluk verici/harap edici/kahredici olmuştu.

ki yine aynı zamanda tanrının iyi niyetinden şüphe etmeye başladım. ya da bazı şeyleri değerli kılmak, daha güzelleştirmek için çok kötü bir yol çizmişti koca adam. acı yoksa kazanç yoktu, veya kazanırsak illa ki kaybedecektik. hiç bir lale devri, nedim ölmeden geçilmeyecekti. (ve failatu failun)

tüm bunları bilmek beni çok tek düze bir hayata itti. çok mutlu olmadım hiç bir zaman ama mutsuz da olmadım. yani mesela dayak yememek için taksiciyi "ebe neatlarim" apartmanına cagirmadim hiç. öyle bir dayak işlem hacmi yaratmadim.

ama işte olur ya bazen böyle işiniziyaparken/etrafi toparlarken/dersçalışırken/filmizlerken çabucak bitirip başka bir şey yapmak için delirirsiniz, içinizi yer bir his şeytan dürter. hah işte bu da tanrinin genlerimize kaktırdığı bir manyaklik. arada insan stabil durumunu bozuyor bu durumda. gülaydı sanırım o kadını anlıyor "bir gün bir çılgınlık edip seni sevdiğimi söylesem" lafının hakket çılgınca olduğunu düşünüyorsunuz (hele ki bakkala söylenmişse. adnan amcaya seni seviyorum demenin çılgınlıktan öte olduğunu düşünüyorum)

eğer yokuşu inmek/inmemek ama muhakkak ki inmek sizin elinizdeyse bunun zamanı önemli oluyor.. ne zaman üzmeli insan kendisini? kendisi mi inmeli yokuştan yoksa düşmeyi mi beklemeli?

dünyanın sonunun 4 ay sonra gelecegini bilsem, hep intihar edeceğimi düşünürdüm. 4 ay sonrasını beklemeden, ama insan sevince bu manyaklığı yapamıyor (hayır adnan amcayı sevmiyorum, gerçi oya aydoğan gibi seviyormuş yapip çokonat yiyebilirim. hoş o zaman da biri gelip "nereden geldi bu çokonatlar sana verdiğim parayla çokonat alamazdın ne yaptin!" diyip küçükemrah'a bağlayabilirdi)


şarkı green hornes ve holly golightly'den (holly kismini uydurmuş olabilirim) "there is an end" demişler ki ben de bu konseptte yazimi yazdim farkindaysaniz. böyle de bi mini çakalim...bu arada masada boş bardaklar 3.3 hoşunuza gitti mi? nasıl olmuş yeni dizayn?

Cuma, Eylül 11, 2009

Versiyon 3.2

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgvT0TX64aCJVqes1Vx9bDHVNkl890zsCuPgqL3YVaDZDpRZ9-_uHMUaio_T2fRf6PYuO45rxKVfLv1gF2dncvxCmJ-vOuSEclwnJp0wu8KlXG-0QgvV5a9K5OFFhjdl1DmP7keRSYprdo/s400/wt49cd18a26f138-thumb_medium2.jpg
İnsanlarin neden yaptiklari şeyleri güncelleyip, etrafa tekrardan yaymadıkları hakkında hiç bir fikrim yok. Bunu sadece araba firmaları becerebiliyor. 89 yilinda bir araba çıkartıyor adam, o zamanlar 2 beygir oluyor bu araba, sonra 1910 da motor takiyor (2 beygir'in gerçekten beygir olduğunu farketmeniz uzun sürmedi umarim) ne bileyim efendim yıllar geçiyor, lastik takiyor, az kasaya şekil veriyor, modernize ediyor arabayi ama araç hep aynı araç olarak kalıyor. Modeli adı hep aynı oluyor.
Ama işte başka hiç bir sektörde bu iş gerçekleşmiyor (çetin altan'ı apayrı bir yerde tutuyorum). En basitinden cep telefonları. Kimse eskiden mükemmel olan cep telefonlarımızı modernize etmiyor. Mesela benim ilk cep telefonum t65'i nasıl beğenirdim ben. ama renkli ekranlı değildi, kamerası yoktu, interneti girmiyordu. Yapsalardı o teknolojiyi direk aynı telefonu alırdım hiç gerilmezdim. (hoş apple, iphone/ipod/mac serilerinde dediğimi uyguluyor)

İşte bu nedenle blogun şeklini şemalini değiştirmem gerekti. Ben şekli şemali beğeniyordum ama benim isteklerime karşılık veremedi, randıman alamadım. Fotoğrafları acaip büyük yapmam gerekiyordu mesela, ayrıca sanırım o şekil beni sevmiyordu, benden nefret ediyordu turuncu renkler! hem bi kere "featured content" zamazingosundan istedim. öyle yukarda değişsin dursun. gerçi karanlık bir şey oldu bu da çok da beğendiğimi söyleyemeyeceğim ama elden ne gelir? hoş bu yeni sahibi olduğum bir şeyi beğenmeme dusturu annemden geçen bir şey. kadın aldığı şeyi eskitene kadar "kirmizisini mi alsaydim yoksa?" diye dolaniyor etrafta ki aynı naneye ben de sahibim (bu da evlatlık olmadığımı kanıtlıyor bence! neymiş efendim "biz seni çingenlerden aldık ondan tek cocuksun, tek cocuga paramiz yetti" yer miyim be?)

yorumlarda nasıl olduğu, nelerin eksik olduğu konusunda feedback verirseniz acaip sevinirim, gelişim gösterecek tabii ki gün be gün. bi kere rengi kullandıkça açılır gibi geliyor.. açılmalı

Pazartesi, Eylül 07, 2009

sör dedi ki "vodafon"



tugay'in oynadigi reklamda gercek bir türk oldugunu, ve bir türk'ün senelerce yurt disinda yasasa da degismeyecegini rahatlikla gorebilirsiniz.. arkadas gitmis, metrodan inmis, yolun üstünde posta kutusunun üzerine laptop koyan bir insani gormus.. normal bir avrupali "allah allah" der gecip gider degil mi? yok ama tugay türk ya "huuop bilader ne iş? ne bu?" demiş adam da "internet" demis..

tugay birakmamis sazani atlamis hemen "ee kablo yok wireless yok".. hoş burada dikkat etmeniz gerek "wireless in olmadigi yerden nasil internet" derken yüzünde bi gülücük var "kimi sikiosun bilader, anadolu cocugu yer mi yalanı!" duruşu. hani "bakma böyle durdugumuza az buz cakozluyoruz" tavri.

şimdi orada adam "sana ne bilader laptopumun kahyasi misin" dese tugay'in diyecek lafi yok ama adam ingiliz sörü oldugundan "vodafone" diyip kestirip atmaya calismis.. tugay da "vay vay vay vay adamlar neler yapio be arkadas, ne bu? celik mi bu posta kutusu.. adam bunu celikten yapmis ya inanmazsin.. kirmiziya boyamis bi de. bravo vallahi bravo!" diyip uzaklasmis..

takdir ediyorum merakli türk genlerimizi..

Pazar, Eylül 06, 2009

ayça_22 oturumu açtı

türk internet aleminin en büyük sorunu nedir diye sorsalar bana, verecegim cevap ayça_22dir arkadaş. şu hanım kızımızı bi başgöz edemediler de hala her sitede ona kamera açıyor, buna oturum açıyor. ulen bi rahat birak insani. benim aklim fikrim oynaşta değil ki, iki tane film download edip uzaklasicam sen niye bana cam acip "siktir et filmi beni izle" mealine getiriyorsun ki olayi?

teşekkürler ayça ama kamera teklifini kabul etmiyorum. kib!

Cumartesi, Eylül 05, 2009

Haftanın Şarkısı #33






yaklasik 34 senedir internette bir şeyler yazmaya calisiyorum. kimi dönem hiç üşenmeden bir çok yazi yazabilirken, kimi dönem de insan yılıyor. bunun onlarca nedeni var aslinda. mesela izlenen filmler, okunan kitaplar, yaşanan şeyler insanda daha çok yazma isteği doğuruyor. tüm gün çalışırsan, yapman gereken işin dışında bir şey yapmazsan tıkanıyorsun. Ama benim durumum başka.. Ben mevsimlik işçi gibi bahar aylarında gaza gelip, sonbahar aylarında susan bi adamım. 34 senedir bu böyle. Ağustos- eylül aylarını her zaman boş geçtim.. Tamam yalan söyledim. en fazla 6 senedir internette yazıyorum..

Oldum olası sonbahardan nefret etmişimdir zaten ben. Kış dediğin yalnızlıktır çünkü. Pencerelerin kapanmasıdır (pencereler kapanınca evin içinde yalnız kalırsın, sokağın sesi gelmez artık, soba üzerinde kavrulamayacak kivamda bir çekirdek aile olunca sessizliği daha çok hissedersin), gecelerin erken gelmesidir, hava karardıktan sonra gelir baba işte eve, yere çıplak ayakla bastığın için babandan azar işitmektir, banyodan sonra üşümektir, çok ama çok üşümektir. En başında kış dediğin çorap giymektir yahu (hatta patik giymeye zorlanmaktır)

Kimse kusura bakmasın bana son bahar yağan yağmurlari, yaprakların düşmesini, keanu reeves'in "oh sweet november" diyip diyip charlize theron'a cakmasini, mandalin yemeyi hatirlatmiyor.

bir de ramazan var tabi. ramazan bizim eve her türlü tatliya gül suyu atilarak geliyor. güllaç yapiliyor, sütlaç'ın üstüne gül suyu atiliyor, gul sulu corba falan yapiliyor ki akliniz almaz.. bi de bu ispartalilar kendilerinden geçmiş durumdalar gül suyu markaları konusunda. "gülşah gülsuyu","gülizar","gülnihal" ve hatta "güliver gülsulari" gibi markalari var. geçen fox tv'nin tgrt'den kalan kasetlerini yayinladigi anlarda gördüm. arkadan konusan abinin ses tonu ile "bu ispartalilar güleç insanlar.. gül yapraklarini yumruk yaptiklari avuclarinin üzerine koyuyorlar, sonra diger ellerini o yumruklarinin üstüne vurup böyle böyle gülün yagini cikartiyorlar" gibi bir şey söyledi. öyle bir manyaklik anlayacaginiz..
tüm bu dram içinde benim de yazasim gelmiyor işte. her sene bana kış gelmiyor da sanki dünyama bir meteor carpmak üzere gibi geliyor. eh dünyama meteor carpacaksa bir şeyler yazmanın ne anlami var arkadas? sahile gidip meteor'un dalgalarini beklerim yıllardır konusmadigim babama sarilarak (güzel filmdi deep impact.. tea leoni'nin eniştesi falan türkse ve bunu okuyorsa kusura bakmasin. hastayiz kendisine falan ama evli kadin sonucta yengemizdir!)

velhasil nevrotik ortam içinde yapilacak en iyi şey kitaplara, filmlere vermek kendini.. kitaplardan "benden selam söyle anadolu'ya" su anda elimde. 19. yüzyil sonu ve 20. yüzyil başı egesinden, izmir'imden bahsediyor. rumların gözünden, bu toprağı seven insanların gözünden. sarı kışlayı, yalıları, fotika'nın kerhanesini, saat kulesini, punta'yi anlatiyor..

filmlerden ise "je vais bien, ne t'en fais pas" yani türkçesi "ben iyiyim, dalganiza bakin" şu soysuzlar çetesindeki film salonu sahibi arkadaş oynuyor. kanımca amelie, jeux d'enfants ikilisini tamamlayan bir film. gözlerinizi kocaman acip "ama yaaaa" diyerek izliyorsunuz.. bu haftanin sarkisi da bu filmin soundtrack'inden.. aaron diye bir arkadas filmdeki sari kiza söylüyor.. lili.. (keşke kitaplarin da soundtrack i olsa degil mi? bi cd de verseler. ilk chapter'i su sarkiyla, sonrasini su sarkiyla okuyun deseler)