Pazar, Şubat 27, 2011

haftanın şarkısı 68 : just the way you are





kadının yaratılışının üstünden geçen 3 günden sonra belirtilen bir gerçeği belirtmekle başlayayim yazıya: "kadınlar erkeklerden farklı".. mesela biz erkekler bir kadını gördüğümüzde "aman tanrım, muhteşem bir şey, gözlerimi ayıramiyorum ondan. ve onu istiyorum. allahım onu o kadar çok istiyorum ki şu an onun için ölebilirim.. ondan bir saniye bile ayrı kalmak istemiyorum, her yere onunla gitmek onunla yaşamak istiyorum" diyoruz..

kadınlarsa aynı kelimeleri "ayakkabilar" için kullanıyor..

tüm bunların yanında biz bir kadına düşündüklerimizi söylediğimiz anda inanılmıyor. bunun ajda pekkan'ın genç beyinlere soktuğu "palavra palavra" nosyonu ile alakası olup olmadığına emin değilim ama, allah aşkına eğer biz içinizden birisini beğenirsek, sözlerimize inanın.. hiç değilse gözlerimizdeki ışıltıya bakın önce bi sonrasinda karar verin.. çünkü biz aslinda sizi beğenirken, bazen hiç bir şey beklemiyoruz, bazen sandiginiz kadar hizli gitmiyoruz..

yukarda resmi bulunan sevgili charlotte.. tamam mı prensesim (kelimenin tam anlamıyla) tamam mi sultani yegahim.. bak bruno kardesim de aynı telden girmiş.. üzme bizi.. üzme ruhumuzu..

Pazartesi, Şubat 21, 2011

aşk tesadüfleri sever





belki binlerce kez işlendi bu mevzu, iki insan birbirleriyle karşılaşırlar, aşık olurlar, ve yanıp kül olurlar.. humprey bogart oldu kimi yerde, kimi yerde arkada bundan sonraki milyonlarca aşka arka plan müzigi olacak bir "aşk hikayesi" çaldı.. hülya koçyiğit önder somerin yakut gözleriyle kaldı kartal tibeti beklerken, ve kör oldu cüneyt arkın aşkıyla..

zaten tanrı herkese farkli hayatlar sunarken, belli kaliplar dışına da çıkmıyor. herkes kendi hayatini özel hissederken birbirimizin hayatlarını yaşadığımızı farketmiyoruz. aynı şekilde göç ediyoruz bir şehirden bir şehire, aynı şekilde üzüyoruz babamizi, ve aynı şekilde özlüyoruz günlerimizi. ve aynı şekilde aşık oluyoruz, tam göğsümüzün orta yerindeki şeyle, onun atışını ritmi bozuk olsa da, sonuna kadar hissediyoruz. dudaklarımız aynı değiyor birbirine, aynı rakıyla sarhoş olup hülyalara dalıyoruz..

ve tüm bu işlerin içerisinde kendimizi bir peri masalinin içinde bulmak istiyoruz. rastlantilarla yoğrulmak, bir bulent ortaçgil şarkısını birlikte söyleyebilmek. zaten aynı yağmurda ıslanmış, suda yıkanmış iki insanın birbirini sevmemesi mümkün degildir şu hayatta. (bkz:eylül akşamı/@azuth)

ve işte hayatta genelde her şey bir yarim kaliyor, bir mutsuz son oluyor. çok az insan mutlu sonlarla bitiriyor mucadelerini ki orada da filmleri bitmedigi için illa mutsuzluk yaşanıyor. zira tanrının bir oyunu ki, biz hiç bir zaman mutlu olmayı beceremiyoruz sonsuz kadar. mutluluk dediğin şey iki gülüşte geçerken, mutsuzluk fiziksel aciya bile dönüşebilecek kadar kalıcı oluyor. hal böyleyken hayatta mutlu bir son imkan dahilinde degil. işte bu yüzdendir ki filmler ancak mutsuz sonlarla gerçekçi olabiliyor..

bu dünyada yapilan aşk filmlerinden hiç bir eksigi olmayan, hatta çok daha fazlası olan filmin tek olmamış tarafi, 3. adamı antipatik göstermek olmuş. hayatta bazen iki insan mutluyken, gercekten iyi olan, ama iyiliginin yetmediği insanlar mutsuz olurlar ya işte o adamdi filmdeki 3. adam. seven, aldatmayan,sahip çıkan ama aşık olunmayan adam.. bu kadar antipatik olmayı haketmiyordu..

hülasa filmi izleyip bitirdikten sonra tek soru kalıyor akıllarda "mutluluk güneş ışığı kadar geçici, mutsuzluksa karanlık kadar ebediyken, insan niye dram izler?"

Salı, Şubat 08, 2011

the king's speech


şu filmi bayila bayila izledim bir türk olarak.. ama muhteşem yüyzyil tartismalari üzerinden gidersek, şu ingilizlerde azcik türk kanı olsa, hadi onu geçtim o ingilizvari genişlikleri olmasa "bizi savaştan, binbir badireden çıkartan evdadimizi alalede bir kekeme gibi gösteren filmi kiniyoruz" derlerdi. ama bir allahin kulu çıkıp böyle göstermemiş..

dahasi kraliçe oturup da "babamı sinemada agliyor gormek, üstelik zamanında love actually, bridget jones un günlügü gibi filmlerde aşk peşinde koşmuş bir adam tarafindan oynanmasini görmek kanıma dokundu" demiyor.. bu ne hoşgörü, bu ne kendini bilmezlik? ben burada onlar için de konusuyorum:

"şerefsizin evlatlaridir o filmi yapanlar. ecdadimizi acziyet içerisinde gösterebilecek kadar yoksunlar ingiliz kanindan."

teşekkürler.

Cumartesi, Şubat 05, 2011

haftanın şarkısı 67 : love me please love me




Hayatımın değişik evrelerinde inanilmaz şeylere çok saçma paralar yatırdım.İlki 1996 avrupa kupası albümü için harcadığım paralardı. O gece feneri paul ince'in hayirsiz yüzünün bulunduğu karta 150000 lira vermiştim (ki o zamanlar camel sigarasi 25000 liraydi). Klinsmanlar davor şukerler derken, aileme iyi evlat olarak kazandığım tüm parayı bunlara vermiştim.

Sonra biraz daha büyüdük, yine kart oyunlarına merak sardık. Magic the gathering denen bence dünya üzerine gelmiş en kral oyunlardan birisine inanilmaz paralar sayıyorduk. Ama öyle böyle değil. Hani filmlerde kendini kaybetmiş, para saçan adamlar olur ya, biz de zamanın alsancak'ında excaliburda, konak'ında studyo ümitte öyle paralar saçıyorduk.. izmirde yaşanan izmirde kalir ayağına bir günah ortaklığına soyunmuştuk.. yaş 16 falan bir de.. tam deli çağımız..

şimdi de işe girmişken, 1-2 ayda ihtiyaçlarımı gidermişken paranin batmasi gibi bir sorun neticesinde pilak işine girdim.. pikabi, amfiyi aldik, sira onlardan ses çıkartacak pilaklara gelince işin aslinda çok tanidik bir terane olduğunu farkettim: "kim ki bir hobiyi abartir, orada onu becermek için bekleyen onlarca kişi vardir"

benim yillardir beş kuruş vermeden dinlediğim beatles albümlerine yüzlerce lira fiyat biçmiş arkadaşlar.. torrentten yaklasik 2 saatte çekilen diskografiyi, plastik kokusuyla dinlemenin maliyeti neredeyse 1500 lira..

ama ne yapicaz bulaştık bir kere.. eve gelip, tüm yorgunlukla coraplari cikartip, ciplak ayakla yere basip, aynı şekilde yere uzanip tüttürürken, kulağa gelen "love me please love me" şeklindeki cizirtili sesin mutluluğunu kimse veremiyor zira bu günlerde.. bir gun yere koyduğum başımın yanında, bir baş daha olup, sigarami paylaşmak dileğiyle bu yaziyi da burada bitireyim..