Çarşamba, Haziran 30, 2010

Şevval Sam - Has arabesk




İlk ergenlik dönemlerinde sıra altından "non-serviam" okurken kendi kendime söz vermiştim, "ben yaşlandığımda da yeni müzikleri takip edicem" ama olmadı. bir noktadan sonra dinlediğim en yeni şey "metallica-load" gibi dandik bir albüm oldu.. hayat meşgalesi her şeyden üstün geldi. ama madem blogum var yakında çıkan albümleri, özellikle türk olanları ve 30'una merdiven dayamış olan bana hitap eden albümleri buradan inceden tanıtayım. insanlar da gidip alsınlar, indirsinler, dinlesinler..

O en hızlı günlerimizde bile, pis ortamlarda içilen ucuz biralı, fuar gazinolarında yapılan "dark day"li günlerde bile efkarımı asla yabancı müzikle atamazdım. çünkü eğlenceyi belki yabancılarla yapabilirsin ama efkar çok öznel bir şeydir. onu kendin içinde yaşamalısın. hüznünü anlayan, bilen adamlarla.. elin isveçlisi, anatheması, ne bileyim efendim gothic doomcusu senin kalp acından anlamaz.. işte o zaman seni arabesk kucaklıyor.. ciddi manada hem de.. sevgiliye adanan ortak acıları paylaşıyorsunuz arabesk'in o acı keman ezgilerinde..

ama nihayetinde hastanede yanımda yatan gültepeli abimiz gibi gün görmedik, sert arabeskleri dinleyemedik hiç. o taraf da isveç kadar yabancıydı bize. şükür iyi aile çocuğuyduk, haplanmıyor, jilet atmıyorduk kendimize.. usülünce müslüm dinliyor, cengiz kurtoğlu ile içiyorduk..



işte biz salon arabeskçileri için, yine o salonlardan birisi "sevval sam" çıkmış harika bir albüm yapmış "has arabesk" adında.. 15 şarkı var albümde.. arabesk de olsa bir erkin koray klasiği olan "yağmur" ve benim asla sevemeyeceğim 2000lerin başı arabeski "güz gülleri" gibi sıkıntı şarkılar olsa da albüm 70lerin o elektroniksiz, saf, masum arabeskini içeriyor.. muhteşem darbuka ritimleri, kemanlar derken kendinizi birden ucuz şarap içerken buluyorsunuz..

bir eksik var ama albümde, o da "acıların kadını". muhakkak olmasını beklerdim açıkcası. hoş benim isteklerimle yola çıkılsa bu albüme "sabahçı kahvesi","dertler benim","aklım takıldı","duvardaki resim","seni yakacaklar" gibi şarkılar da girer, albüm nihayetinde 50 şarkıya çıkardı ama bir kadın arabesk söylüyorsa muhakkak söylemesi gereken şarkının ıska geçilmesi üzdü beni açıkcası..

albümün en muhteşem yorumu kanımca "annem" olmuş.. harika bir yorum olsa da kimse izmir'in varoşlarının sultanı kibariye gibi söyleyemez bunu kabul etmeli şevval hanım!

şevval sam - annem

yine sevval sam - bana sor


Cumartesi, Haziran 26, 2010

Haftanın Şarkısı Albümü, 21 şarkı birden.




Son günlerde 20-25 mail alıyorum blog hakkında. Bu nankör maillerin hiç biri banka hesabımı sorup bana bağış yapmak istediklerini söylemiyor.. Bilakis hepsinin içeriği öyle veya böyle "son koyduğun şarkı süperdi onu gönderebilir misin?" şeklinde oluyor..

Ben de madem öyle dedim bir kıyak yapayım. Hem 50. haftanın şarkısı postunu da bu kıyak üzerinden şekillendiririz..

Bu 50 şarkının içinde en sevdiğim 21 tanesini seçtim blog okurları için. Ve indirmeniz için linkini buracığa koyacağım.. şarkıların listesi şöyle:

Umarım keyfinizin yerinde olduğu anlarda bol bol dinlersiniz.. Şaka bir yana, hepinize attığınız mailler için çok ama çok teşekkür ederim.

Albümü Buradan İndirin

Albüm Şifresi: sezencumhuronalboyleyapmazdi

Salı, Haziran 22, 2010

1831 Büyük Pera Yangını



Dün gece bizim semtte bir evde bir yangın çıktı. Alevler kıyamet.. Tabi hem evin içinde ateş olmasını seven tatlı su arsonisti olduğum için hem de bir Türk olduğumuz için oturduk izledik. Bu vesile ile, daha önce de eski bir yangından bahsettiğim burada şimdi bambaşka bir yangından bahsetmek istiyorum. Finansal sektörde "Türkiyede sigortacılığın başlamasını sağlayan yangın" olarak anılan bir yangından.. 1831 Büyük Pera yani beyoğlu yangını. Aslında daha çok tepebaşı yangını da diyebiliriz.. ingiliz elçiliğinin o muhit.. pera palas, trt binasi felan..

Herneyse, 1831 yilinda feridiye de baslayip tüm peraya yayilan ve 71 rum 8 ermeni 3 ü frenk katoligi 22 si ermeni katoligi 104 meftaya mal olmustur bu yangın.

macar recini denilen bir arkadasin evinde elektrik kontagindan (nedeni bilinmeyen yanginlara tee o zamandan beri boyle dendigini bilmiyordunuz sanirim) cikan yagin derhal 6 koldan yayilmaya baslamis bir kolu tarlabasindan taksim tarafina, digeri bülbüldersinden papaz caddesi koprusune, otekibersi sururi mahallesine birisi de direk ingiliz konsolosluguna (sefarethane) yürümüstür..



her neyse bu yangindaki en salak olay ingiliz seferathanesinde yasanmistir.. atesler ingiliz seferathanesini sarmis icerdeki memurlari bir telas almisti..gayet asabi ve salak olan büyük elciye yangini haber vermeyi bile korkuyordu bu memurlar.. sonra kapiciyi gonderdiler elciye

- fire's coming. we are full of yusuf.. dedi.. yani "elcibey yangin gitgide yaklasior cok ürküyoruz"
elci
- what fire?! (ne yangini lan?) diip pencereye kostu.. sonrasinda "whats wrong? what if istanbul is on fire.. who cares" (ne oluyoruz kuzum? istanbul yaniyorsa bize ne.. aha sikim, aha kasimpasa-pencereden kasimpasayi gostererek-)
memurlar dellenerek
- sir situation is urgent (halimiz cok vahim efendim) dediler
fakat elci
-this is a brittanian building. its not a turkish building. nothing can harm this place.. (efendi efendi! bu bina kralicenin izniyle yapilmis ingiliz yapimi.. gotu boklu türk binalarina benzemez) dedi..


yanginda ingiliz elcilik binasi tamamen yanacak, yerine yapilan bina 2005 yilinda terorist saldiriya ugrayacakti.. neymis tee o zamandan agizlari yüzleri kirilasiymis bu ingiliz ukalalarinin..

dönemin fransizca cikan gazetelerinde lord elgin in yaptirmis oldugu binanin mahzeninde 16 yaslarinda bir kiz ve bir erkek katolik cocugu buldular.. atesin ortasindan kalan bu binadan yangindan sonra sag saglim kurtarilan bu cocuklar gazetelere su demeci veriyorlardi..

-kurtulamayacaktir. eleni beni bir eve soktur. ben kacalim dedim razi olmadi. eve girdik. zaten kacacak bir yolumuz yoktu. fakat girdigimize de pisman olmustuk. cünkü biraz sonra ev tutusmustu. kiremitler akmaya basladi. üst kat daha tehlikeliydi. alt kata indik. cok korkuyorduk. her saniye evin üzerimize yikilmasini bekliyorduk. alt katta bir mahzen kapisina tesaduf ettik. buraya girdik. titreyerek neticeyi bekliyorduk. kulaklarimiza gürültüler catirtilar geliyordu. birbirimize sarildik. bundan sonrasini hatirlamiyorum.....

not: fotograflar yangin.org diye bir siteden.. vaha gibi bir site benim için. girip girip okumaktayim.

not2: istanbulu özledim...

Dario Moreno'ya güzelleme

http://m.friendfeed-media.com/a4dc485623fce26f4de364b7fcc99bfe2f6020f7

Dario Moreno 1921 yılında İzmir'de doğuyor. Yanmış, yıkılmış bir şehrin göbeğinde, seferad yahudisi olarak başlıyor yaşamına. İzmir'in sokaklarında büyüyor, gevrek yiyor, Altay maçlarına gidiyor, çiğdem yiyor, körfezde denize giriyor. Bar mitzvahlarda şarkı söylüyor bir yandan. (yahudi çocukları 13 yaşına geldikleri zaman yakın amcaların toplaşıp "kamışa su yürüdü mü len ehehe" şeklindeki sorularla çocuğu utandırdıkları düğünlere verilen ad) Askere alıyor şanlı Türk ordusu. Veriyorlar ordu gazinosuna genç Dario'yu. Orada şarkı söylemeyi öğreniyor iyice. Askerden sonra başlıyor devri bu İzmir aşığı tosunun.
http://m.friendfeed-media.com/102cfdba50b26bede57be9733c559b6dd12dd2c8
50ler başlıyor. Daralıyor Dario baskıcı Adnan Menderes rejiminden. Atıyor kendisini dışarı. Bridget Bardotlarla, Jacques Brellerle Fransada oyunlar oynuyor, filmler çeviriyor. Bu koca İzmirli adam her fırsatta İzmir'den bahsedip övüyor şehrini. Daha sonraları Zeki Müren'in yücelteceği fuar gazinolarının temelini atıyor resmen. O gazinolarda dünyaya mal ettiği, sonrasında çok sevdiği şehrinin takımı Altay'ın tribunlerinin Mustafa Denizli için "ya mustafa ya mustafa, kornerden atıyor kerata" şeklinde söyleyecekleri bir şarkıyı söylüyor:



1 aralık 1968'de, İstanbulda havalimanına giderken bir takside kalp krizi geçirdiğinde 47 yaşındaydı bu koca izmir aşığı.

Ve sıkıntı ne biliyor musunuz, bu ülkede, bir şehri şehir yapan, bir şehre güzellik kadan, daha sevilir kılan herkesin isminden, heykellerinden daha çok Mustafa Kemal heykeli, ve ismi var etrafta.. mesela dario moreno'nun karantina'daki evinden 2 durak ötedeki kültür merkezinin adi "atatürk kültür merkezi"dir.. hani sanki memlekette hiç atatürk kültür merkezi yokmuş gibi buna da atatürk ismi verilmiştir.. oysa ki dario moreno büyük ozan, büyük şarkıcı yıtıp giderken, biz izmirliler izmir sevgimizden ötürü insanlardan öfke toplariz. sanilir ki biz izmiri çağdaşlığı için severiz, sanılır ki biz izmir'i kızları için severiz..


oysa ki izmir dario moreno'nun meltem kokulu şarkılarıdır.. bilmez kimse bunu, duymazlar kimsecikler sesini.. bir yaz ögleden sonrasi, balkonda oturan bir ailenin karpuz kokusuyla beraber gelen sestir izmir sevgisini yaratan:

"deniz ve mehtap sordular seni neredesin, nasil derim terketti, birakip beni gitti"



işte insanlar anlamiyor.. koca izmiri dayayip döşeyenler anlamiyor.. izmir atatürk olimpiyat stadı diyorlar, izmir'den "metin oktay" gibi bir sporcu çıkmışken, "atatürk kültür merkezi" diyorlar, jacques brel ile oynamis bir adam 2 durak ötede yaşamışken..

Pazartesi, Haziran 21, 2010

Edgar Hoover: Oysa ki hooveri hep süpürge diye bildik


Memlekette işini yapamayanlar bir şekilde cuntalarını belli yerlere kurmuşlarken, veya başarısız olsalar da istifa yerine illa ki görev sürelerinin bitmesini beklerlerken, tarihin yazmış olduğu en büyük sivil diktatorden bahsetmeli. ve hayır melih gökçek'den bahsetmeyeceğim ..

Mevzu bahis kişiliğimiz 37 sene boyunca FBI'ın başında kalıp bakkala bile "kıpırda FBI abine malbuş uzat" diye giren delikanlı, J. Edgar Hoover.

dediğim gibi 1935 den 1972 ye 37 sene FBI'ın basinda kalan tonton bir amcamizdir kendisi.. kaderi benzemesin ömür goksel e benzer..(sevmek istesem de sevemem artık diyen var ya)

(benzemiyor mu allah için)

tabi bu kadar süre başta kalınca binbir muhabbet dönmüştür arkasından. mesela hasimlari "efendim geçen jartiyer giymis ruj sürmüştü" diye kendisini karalamak isteseler de amcamiz 8 tane reisi cumhur eskitmis (ki muhtemelen kennedy yi direkt öldürtmüş) ikinci dünya savaşı, soğuk savaş, zeki mürenin yükselişi (ki muhtemelen zeki müren hakkındaki "ipneydi efendim" iddiaları da onun eseridir), vietnam savaşı, taçsız kral pele'yi ve kaptal cemil'i, atamızın ölümünü görmüş bir insandir.. yani şöyle bakınca "Ne var kanuni de 45 sene memleketi yönetmiş" diyorsun ama Kanuni zamanındaki olaylara baktığında "öyle ben de yönetirim" diyip geçebiliyorsun. Oysa adam dünya tarihinin en cafcaflı döneminde, Amerika'nın cihan devleti olması yönünde perde arkasındaki isim olarak görev almış.
(buyrun kennedy, buyrun hoover.)


Dediğim gibi bu kerameti kendinden menkul amcamız Amerika'nın iç dengelerinin oturmasında, mevcut süper gücü olusturmasinda buyuk etken olmustur.. buradan ne anliyoruz basarili veya basarisiz olsun istikrar çok onemli.. ben lafı feldkamp hocaya getirmek istiyorum ama üşendim.

(hoover reis, gençlik günlerinde)

Yaptığı türlü gariplikler olmuş tabi. Mesela bir gün kendisine gelen bir raporun kenarına "Watch the borders"(sınırlara dikkat) notu düşmüş. FBI elemanları, paniklemiş tabi. Hemen Amerikanın tüm sınırlarına devriyeler çıkartılmış. Binlerce polis/ajan/korucu/bekçi Amerikan sınırlarına doluşmuş. Sonra anlaşılmış ki adam rapordaki sayfa sınırlarından bahsediyor. Bir allahın kulu da soramıyor tabi "kuzey dakota'ya" vatan hizmetine sürülürler diye.. adam bildiğin astığım astık, kestiğim kestik bir insan..

Tabi 35 senelik dikta, FBI'ın kuruluşunu "john dillenger" (kısmet olursa bir gün john dillenger, ve dillere destan zekerinden de bahsetmek isterim) ile yapan adam bir kaç satırla anlatılamaz.. Ama bu bütünlüğünü sağlayamadığım yazıda, edgar hoover'ın yaptığı fakat benim değinmediklerimden bahsedeyim.

*komunistlere karşı yapılan cadı avı
*watergate skandalı
*martin luther king suikasti
*fenerbahçe'nin 64-65 şampiyonluğu

(fenerbahçeli cemil ve şüpheli gol krallığı!!)

bunların hepsinde bir şekil payı var amcamızın.. velhasıl, bu yazı merak edenler için bir giriş niteliğinde olsun.. yakınlarda clint eastwood, hoover'ı leonardo di caprio'nun oynayacağı bir film çekecekmiş. "Bu adam da kim" demeyin..

Cumartesi, Haziran 19, 2010

haftanın şarkısı #48 llora llora corazon






açık söyleyeyim ben hafta içinde sıla dinleyip "alain delon" ile eğlenen, icabında cumartesi gecesi istanbul fenerbahçe'de club ortamlarına girip, sonrasinda atlayıp izmire gelip izmir'de de club ortamlarına giren bir adamım. Yani tüm bu entel, gün görmedik müziklerin arkasında normal bir hergele var. Ben de isterdim bir elimde şarap bardağım, diğer elimde küba pürom olsun, bu tarz şahane müzikler eşliğinde entelektüel muhabbetler yapayım ama olmuyor işte. Arkadaş çevrem buna musait değil. Ancak bu şekilde blogta gösteriş olsun diye antin kuntin şarkılar paylaşıyorum..

Hah şimdi kendimle hesaplaştıktan sonra söyleyeyim; carmencita lara perulu bir arkadaş. albümlerinde kendisinden erkek olarak bahsedilse de gerek sesi olsun, gerekse şarkılarının kimi yerlerinde "ben nazlı bir kadınım" tarzı tavırlar olsun bana kendisinin "peru'nun bülent ersoy'u" olduğunu düşündürtüyor. Yarın bi gün buraya konsere gelse, basına "valla çükü kestirmek için uğraşıyoruz işte" dese samimiyetine inanırım.

Konumuz dahilinde olan şarkı llora llora corazon'un türkçe karşılığı "ağla ağla kalbim".. şarkının genelinde "bir erkeğin bir kadının aşkı için ağlamasında utanılacak bir şey yok" düşüncesini savunuyor genç carmencita.. Yalnız şarkının ortasında bir yerde "şimdi ben babasız, zafersiz, sensiz kaldım" gibi bir şey diyor ki bu latin halkının aşk ile insani başarıyı nasıl ortak koştuklarını görebiliyorsunuz. Yani biz Türkler bunu siklemeyiz pek. Öyle veya böyle herkes zengin olmak isterken, herkes aşkı ararken kimse hayatını onuru çerçevesinde yaşamayı amaçlamaz. Kimse "Bugün de bir zafer kazandık" diye yatmaz yatağına. Latin halkları bu bağlamda pek garipler..

Velhasıl bir haftanın şarkısını da Peru dolaylarından kotardık.. Şarkıyı indirmek isteyenler aşağıdan edinebilir


burdan

Cuma, Haziran 18, 2010

babam gelince


Benim çocukluğum hep "baban gelince" lafıyla geçti. her şey babamın gelmesine bağlanmıştı. Mesela kişisel cehennemimi yaşadığım, hayatımın en bedbaht anları, yani hastaneden taburcu olup eve gitme bekleyişi anları hep "babam gelince" sonlanırdı.

Cuma günüdür.. hastaneden saat 1 gibi taburcu olduysam, babamın 7 de gelecek servisini beklerdim 6 saat.. hastanede hasta olmadan yatmak dünyanın en sıkıcı işlerinden birisidir açıkcası. hastalığın, orada yatmanın verdiği bir tevekkül, kabulleniş varken taburcu olduğunda orada kalmanın hiç bir nedeni yoktur ve bu kanına dokunur. rusya'ya dalmakta hiç bir sakınca görmeyen napolyon gibi hissedersin kendini "ulen eve gidebilir, atari oynayabilirken, burada her an bir yerden hamam böceği firlayabilecek ve iğrenç ilaç kokan yerde niye kalıyorum, üstelik osman da sürekli osuruyor" der insan.. ama işte babam gelince alıp götürecektir.. o zaman aklıma gelmemişti ama, sanırım annem beni otobüse bindirmekten çekiniyordu. ya çok çirkin ve rahatsiz ediciydim, ya da hastaneden yeni çıkmış bir çocuğun otobüse yakışmayacağını düşünüyordu.. bilmiyorum. taksi konusuna hiç değinmiyorum. taksi'nin lugatima girişi 15 yaş civarındadır.

Sonra mesela anneannem'den ayrılmalar da hep babam gelince olmuştur. Nasıl bir sistemle yerleştiysek izmire, veya nasıl bir servisi varsa babamın, 7 yaşındaki bir uur için, tüm stratejik bölgelerden geçiyordu o servis işte, ve her şey babam gelince çözümleniyordu.

Kötü şeyler de olurdu tabi babam gelince. Mesela onur'un kafasına vurduğum rakı şişesinin hesabı babam gelince çözülürdü. Ne olursa, ne biterse her şey babam gelinceydi.

Böyle şartlar altında, babam gelince neler olabileceğini biliyordum. Hazırdım açıkcası. Ama hiç bir zaman "babam gidince" ne olacağını bilemedim, hazırlanamadim. İşte o yüzden geçtiğimiz eylül ikinci kez başıma gelen "baba'nın kalp krizi geçirmesi" hadisesine hazırlıksız yakalandım.. birincisinden deneyim aldığımı düşünüyordum ama pek becerememişim sanırım. ne yapacağımı bilemedim, elimi ayağımı nereye koyacağımı sezemedim.

Bir şekilde alışmak gerek sanırım ama, tüm o gelince gerçekleşen güzelliklerden çok, kendi başına ayakta durabilmeye alışmalı. komik bir şeyi paylaşamamaya, galatasaray'in yeni transferini anlatamamaya, geceleyin üstün açıldığında üşümeye alışmalı insan..

yok ama yok.. böyle bir şeye alışmamalı insan.. hazırlanmamalı buna..

Çarşamba, Haziran 16, 2010

Rodos'un Fethi

(her ne kadar o zamanlar rodos heykeli'nden bir parça kalmamış olsa da, rodoslu şovalyelerin gelip geçen türk gemilerine "olm dikkat edin heykelin taşaklarına çarpmayın ehehe" diye bağırıp eğlenmeleri osmanlı'nın canını sıkıyordu)

Rodos münakaşası, tarihsel manyaklığı açısından apayrı yerde olan fakat türlü haçlı seferlerinden dönmeye üşenen bazı şövalyelerin Rodos a yerleşmesi ve kanuni sultan zamanında gelen Osmanlı kalyonlarına tükürmeleri, leventlere pandik atmaları ile Osmanlıya rahatsızlık vermesi ile gerekli görülmüş fetihtir. Zira Rodos büyükçene bir ada olmasına rağmen Osmanlının öyle kara parçasına o zamanlar ihtiyacı yoktur. Osmanlı o zamanlar Avusturya’ya inceden kaymaya çalışırken Akdenizin orta yerinde bir adaya binlerce asker çıkartması demek, osmanlı’nın ekseninin kayması anlamına gelecekti. (Güncel olaylara selam çaktım)

Velhasıl 1522 ye kadar sen jan şövalyelerinin fatih sultanlara karşı dahi direnebilecek bir güç olması da bu adanın alınmasının gecikmesini açıklar nitelikteydi. (Çünkü daha önceden ordu oradayken, Girit, susam, falan alınırken rodos’un yanından geçilmiş “aman hiç bulaşmayalım arıza tipler” denilerek tırıs tırıs uzaklaşılmıştı) Yine de Rodos’un alınması değişik zamanlarda denendi. Hepsi bir şekilde yeşil bereli olan sen jan şövalyeleri sahillere çıkartma yapan Osmanlıya aman vermiyor kafalarına kafalarına vuruyorlardı.

Fakat yukarda da bahsettiğim gibi bu Rodoslu şövalyelerin, Rodos etrafındaki ticaret yollarına ve bilhassa Mısır-İstanbul seferini yapan TCG kanuni gibi gemilere yaptıkları terbiyesizlikler kanuni sultan Süleyman in canini sıkar olmuştu.. "tez Rodos alına pls ltf tsk" seklindeki pusulasını kaptanıderyaya gönderen kanuni sultan Süleyman, göksudaki eğlencelere giderken kaptanıderya da bilmem kaç parçalık devasa bir donanma ile ve neredeyse 10000 kişilik yeniçeri ordusu ile Rodos a gidiyordu.

Yolda bilhassa "genç Osman dediğin bir küçük uşak" adli şarkiyi çalan mehteran ile birlikte 1522 yılının 20 Aralığında serince bir kış gününde ada ümmeti Muhammed sancağı altına girdi. Mübalağa cenk olunurken olaylar çetin olsa da osmanlı’nın o zamanlar edindiği çakmaklı tüfenkler Rodoslu bir çok şovalyeyi korkutmuş “olm delikanlıysanız elinizdekileri bırakın gelin” demek gibi mızıklama yöntemleri denetmiştir. Hülasa bir kez daha teknolojik açıdan güçlü olan, yürekli olanı yenmiştir.

Salı, Haziran 15, 2010

bu kadar gerzeklik ancak asillikle olur: sibel arna

http://www.oklahomaczechfestival.com/images/2000_Royalty_3.jpg

mükemmel insanlar var dünyada, asilin de asili, kraliçe elizabeth'i "yenge, ilyas amcaların oğlu fikret evleniyor, davetiye gönderememişler sen ara dediler" diye gecenin bir vaktinde arayabileceklerini düşünen, hatta muhtemelen o şekilde arayabilecek asillikte insanlar.. onlar ki muhtemelen sülaleleri asilliklerini korusun diye, anneleri ile babaları kuzen çocuklarıdır.. zira böylesine bir aptallık, böylesine bir nobranlık normal bir gen havuzunda mümkün olamaz. 5000 senelik uygarlıkta, onlarca açlıkta, onlarca savaşta bu kadar gerzek kalınmasının hiç bir darvinist açılımını bulamıyorum ben..

bahsettiğim insan "sibel arna":



Tekne tatilinin bana tatil olmamasının bir nedeni de dadımız Hanife Hanım. Tekneye binince, Göcek, Rodos, Simi gezince ona bir şeyler oldu. Resmen aklı uçtu. Yoksa neden Rüzgar’a tarhana çorbası yapalım dediğimde yayla çorbası pişirsin? Bunu yaptığı gün Rüzgar sabah kahvaltıda yumurta yemişti üstelik. E yayla çorbasının içinde de yumurta var. Bir gün içinde iki yumurta veremeyeceğimizi ezbere biliyor. Yüzme bilmemesine rağmen her gün beş posta denize giremediği için hayıflanmaya başladı. “Sibel Hanım keşke kocamla çocuklarım da burada olsaydı” sayıklamalarının ardı arkası gelmedi. Normal şartlarda Rüzgar’ı mutlu etmek konusunda profesör olan kadın, deniz üstündeyken sınıfta kaldı. Oğlumu alıp, oyuncakları yayıp bir saat kesintisiz vakit geçirmeyi hiç başaramadı. Bunun yerine Rüzgar’ı kucaklayıp, peşimde dolaşmayı tercih etti.

Neden? Nedeni basit. O da insan. Evet denizi görünce giresi geliyor, seni bikinili görünce onun da canı sere serpe uzanmak istiyor. Eminim kamaradaki aynaya her baktığında acaba yüzüm yanmış mı diye kontrol ediyor. Ama tabii ki abartmaması, çalıştığını unutmaması gerek. Hanife Hanım’daki arızaların benzerlerini Kuzey’in dadısında da gözlemledim. Simi’de fotoğraf çekeceğim derken bebek arabasının üstüne kapaklanıyordu mesela. Bu konuda daha enteresan hikayeleri ise döndüğümde dinledim.

Arkadaşım Tülin’in bakıcısının Antalya’daki tatil köyünde bir saat ortadan kaybolmasına, işini gücünü bırakıp gidip göbek dansı kursu almasına kaç puan verirsiniz? Kardeşim dadı mısın, dansöz mü? Bu hareketleri yapabildiğine göre iyi kıvırdığın bir gerçek, niye bir de üstüne kursa yazılıyorsun, anlamadım. Aynı kıvrak insan, ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi dalış kursuna da gitmek istemiş. Neymiş su altında nasıl nefes alınıyor çok merak ediyormuş. Büyük konuşmayayım ama ben o kadının kafasını dalış tüpü olmadan suya gömerim!


umarım internet çağında artık gazete patronları böyle gerizekalıları gazetelerinde tutup onlara maaş vermenin yanlışlığını, isteyen insanların kolpalık brovesi yazıları blog olarak okuyabileceklerini idrak ederler..

Pazartesi, Haziran 14, 2010

işçi sınıfı kahramanı (h. ş. #47 )





Kendimi zengin/seçkin yerlerde, asla huzurlu hissetmedim. Onların normalleri, benim işçi sınıfı ailemin normalleri ile derinden çarpıştı. Hiç bir zaman punk yıldızları gibi "sid vicious" gibi "hepinizin mina koyim" diye olay yaratmadım kabul (ki oysa küfür işçi sınıfının ağzında güldür) ama işte o yaşlandıkça içine girdiğim, arkadaşlarımca davet edildiğim, bir şekilde sosyal statümün değişmesi ile ortak olduğum dünya hiç bir zaman sarmadı beni. bilmiyorum sarmayacak da.

ben şu anki yaşımın iki katına geldiğimde (babam ile aramizda kaç yıl fark olacak sorusunun cevabını yorumlarda yazarsanız sevinirim) hala istanbul'da köprü trafiğinde ferrari'ye mendil satmak isteyen adama üzüleceğim, findikli'dan dolmuşla yukarı çıkarken 3 tane domuzcuk tarafından bile yıkılabilecek bir evin balkonuna çamaşır asan kadının bir yandan da yan villada havuzda yüzenlere bakmaya çalışmasını yadırgayacağım. Hiç bir zaman kalamışta, marina'da "murphy's dance club" da eğlenemeyeceğim doğru düzgün..


hayatın o bitmez tükenmez yeşilçamında kendime verdiğim roller var sanırım. ben hiç bir zaman zengin piçi oktay rolünde göremedim kendimi mesela, evi tavuk kümesine çeviren tarık akan hiç olamadım, ferhan şensoy gibi bir kıza bakmayı hiç içime sindiremedim, ben hep "çaldı paramı hakim bey, ama helal olsun be sana osman!" diyen kadir savun rollerine uygun gördüm kendimi, şu bilmem kaç sene tıp fakultesinde okumuş, icabında fransalara gitmiş doktor nubar terziyan'ın "yoo paraya hiç gerek yok, o parayla ilaç alırsınız" demesini yakın buldum kendi sözlerime.. tüm o eğitime, tüm paraya rağmen dediğim gibi, hiç bir zaman işçi sınıfı çocuğu olmaktan kurtulamayacağım. bunla da gayet gurur duyuyorum.

bu arada şarkıları indirmek için link istediklerini söyleyen bir kaç mail aldım. o yüzden sanırım indirme linki de koymalı. şu şekil..

Perşembe, Haziran 10, 2010

haftanın şarkısı #46 cinzas


aklımın basmadığı şey, azteklerle mısırlıların benzer piramitler yapması değil. aklımın hafizalamın almadığı şey elin brezilyalısıyla tek bir ortak kelimemiz olmamasına rağmen benzer aşk acılarını nasıl olur da çekebiliyoruz.


burada aşk nasıl yaşanıyorsa, ortak tek bir kelimenin olmadığı başka dillerde de aşk öyle yaşanır. kadın terkettiği için yakılır şarkılar yürek acısıyla.. "paulinho moska" da aynı gazla çıkmış meydana. aynı acıları yaşamış ve bize, bu muhteşem kumparsitayı armağan edivermiş brezilya dolaylarından.. cinzas portekizce kül demek.. biraz zorlarsak kendimizi şarkının sözleri "bir güzelin ahindan, 365 günümde yandı ha yandı" şeklinde olduğunu söyleyebiliriz. ayşen gruda zillisine nasıl aşık olduysa, onbaşı çöpçü abdi (onbaşı değel) paulinho da aynı şekilde aşık olmuş işte.. ve bir kadın bir erkeği terk etmeseydi, müzik diye bir şeyin olmayacağını bağıra bağıra söylemiş.. sözlerini de yazalım:

Canım Kardeşim

insan niye dram filmleri izler bilmiyorum. tüm bu evren hakkındaki bilinmeyen soruları bir kenara bırakıp önce bunu irdelemesi gerekiyor bence bilim adamlarının. yani tamam bilmem kaç bin ışık yılı uzaktaki yıldızın yörüngesel hareketleri de illa ki önemlidir de, ulen niye dram filmi izleyip, durduk yerde kendi canımızı sıkıyoruz sorusu bence daha vahim..

dram filmleri diyince anadili türkçe olan bir hergele olduğumdan benim aklımda direkt, ertem eğilmez'in "canım kardeşim" filmi geliyor. bir insana duygusal işkence çektirmek, bildiği her tür kötülüğü unutturmak için, bir intihar bombacısının içini bile insan sevgisiyle doldurabilecek bir film "canım kardeşim".

http://m.friendfeed-media.com/95c9fb649489d75f3b098a893b70301bb0c5f8d1



tarik akan'ın playboy olmadigi tek erken dönem filmi demis imdb de bir kisi bu film icin.. evet yerden göğe kadar haklı ki bence türk sinema tarihinin en iyi dram filmlerinden biri.. küçük yıldız kahraman'ın "ağbi" demesi,halit akçatepe'nin tüm komikliğini bir kenara bırakıp dublajlı sesine rağmen bakışlarıyla çaresizliği iletebilmesi. benim diyen batı filminde göremediğimiz sinema büyüsünü sunar bize.. dostluk hadisesini bize ozetlerler..

tüm o "lösemi, yani kan kanseri" duruşunun ardındadır küçük kahramanın kalp atışları.. şimdi ertem eğilmez'in "filim bir adam" adındaki biografisini okurken karşılaştım da, buraya da yazayım dedim atilla dorsay'ın, tüm hayatını film eleştirerek kazanmış bir adamın dandikliğini:

"yılın en önemli süprizlerinden biri ise ertem eğilmez'in canım kardeşim oldu. yıllardır başarılı iş filmlerine (ve özellikle melodramlara) imzasını atmış olan eğilmez, halktan kişilerin öyküsünü anlattığı bu sıcacık komedide, türk sinemasında eşine rastlanmamış akıcı bir kurgu ve özenli bir fotograf calismasi araciligiyla son derece canlı, insancıl, duygulu bir film ortaya koymuştu. bu filmi seyrederken, de sica- zavattini ikilisinin italyan komedilerini, ellilerin ingiliz komedilerini, biraz da amerikan sinemasini ansıdırk. ama bütün bunlar birer çağrışımdı ve eğilmez, bizden tiplerle, bizden bir konuyla, bizden bir çevreyi ortaya koymuştu. istanbul'u kullanışı olağanüstü başarılı, oyunculardan (giderek tarik akan gibi genellikle yeteneksiz bir oyuncudan bile) aldığı sonuç, yüksek bir düzeyde idi." (atilla dorsay, sinemamızın umut yılları 1970-1980 arası türk sinemasına bakışlar, istnbul, inkilap, 1989)


atilla dorsay'ı 89 yılından beri alkışlıyoruz.. komedi filmi demiş adam yahu. bravo. neresine güldüysen sen filmin, kara vicdanlı!

Garson boy zamanların Tarkan'ı


biz seksen doğumlu filintalarin, seslerinin çatal olduğu, dudaklarının hafif üzerinde siyah bir kitleyi "biyik" diye taşıdığı, ne traş olabildiği ne bir halta benzediği, gizliden gizliye bir arkadaşın abisine aldırılan porno dergilere bakip hayallere daldığı dönemde, yani tüm o garson boyluk içinde kalbi ilk defa bir güzelin nazi için pirpir ettiği dönemin arka müziğidir tarkan'in şarkıları. allah biliyor, tarkan'in her albümüne, her çıkışına hevesle seyirtiyorum hala. istiyorum ki yeni söylediği bir şarkı beni alsın, götürsün o umut dolu, "büyüyünce bilgisayar mühendisi olacağım" denilen günlere.. kimsenin vucudunda yara açmadığı, sarhoş olup kimseyi arama gereği duymadığım günlere.. albümün bir şarkısında tarkan'in "uçmasam da göklere, bir kuş olsa pencerede, perdeyi kapatsam da ben seninle" gibi bir şeyler söylemesini bekliyorum.. ama olmuyor olamiyor..

o naif tarkan yitip gitti çünkü. garip sevdalar peşine düştü, o şöhret, o megastarlik hadisesi, global olarak kiytirik bir şekilde tanınmak bizim çocukluk tarkanımızı bizden alıp götürdü. kış güneşi ile yüregimizi dağlayan hergele, "kiss kiss" ile bizlikten çıkıp gitti.. ne orada, ne burada, ne star, ne yeni yetme şarkıcı arasında arafta bir yerlerde kaldı ve asla olmadı.. ona "buraların tarkanı" buna "şuraların tarkanı" denilen evreydi o. tabi bu kalip o zamanlar "hareketli kipir kipir, her albümünde hit çıkartan pop şarkicisi" manasındaydı.. oysa şimdi hala "x'in tarkanı" dediklerinde benim aklima: "bir aralar muhteşem şarkilar yapan, ama sonrasinda özel hayatinin dandikliğinden 10 senede tek bir elle tutulur şarki çıkartamayan şarkici" geliyor.

o bir yıl başı programinda, türk sanat müziği söyleyen tarkan, hiç bir zaman türk sanat müziği albümü çıkarmadı. zira kafasinda yabanci dilde albüm çıkartmak vardı. çok ünlü olmak, bendini çiğneyip aşmak, taşmak vardi. zamanında zeki müren'in yapamadığını edirne'den sonra adını duyurmayı yapmayı, böylelikle zeki müren'den de büyük bir şarkıcı, sanat güneşi olmayi planlıyordu ama değil zeki müren olmak, bülent ersoy bile olamadi..



velhasil inşallah sarı inadından döner tarkan. yörük atın yemini kendisinin arttiracağını görür artık. eurovision'la mi döner, türkü, tsm albümü mü yapar bilmiyorum ama, bir şekilde bana yorgun bir yaz öğleden sonrası uzaktan çalınan aşık şarkıyla döner umarim bir gün..

Çarşamba, Haziran 02, 2010

diplomatik dil

(bu fotoda 17 diplomat, 13 büyük elçi var. ama kimin şalgam içtiğini görüyorsunuz!!!)

şimdi bu uluslararası neşriyata bir şekilde muhattabız ya, ülkeler birleşmiş milletler'e gidiyor, o ona nota veriyor, bu şunu ayıplıyor ya, benim yegane anladığım iş tüm ülkelerin birbirinden alıngan olduğu.

zilyon tane dilin olduğu bir dünyada diplomasi apayri bir dilde gidiyor.. başta "ülkelerin elçileri bir iki kelimede anlaşamadı" dediklerinde olayın daha ciddi olduğunu düşünür olayın şu şekilde olduğunu hayal ederdim

"ve iş bu bildirgeyi sonlandırırken, hepinizin orospu çocuğu olduğunu bildirmek isteriz"

işte bir kısım ülke "efendim böyle bir cümleyi nasıl koyariz bildirgeye" falan diyorlar sanıyordum. ama olay resmen tiriviri kelimeler üzerineymiş.. vay efendim virgülü oraya koyduk olmadı, burada böyle bir şey dedik iç işleri tartışmaya başladık.. aleni olarak incir çekirdeğini doldurmayacak mevzular.

bu kadar killatmanın iki nedeni var diye düşünüyorum ben.. birincisi geçmişte yaşananlardan öğrenilenler:

-selamun aleyküm bay timur. izinsiz olarak osmanlının topraklarına girdiniz lütfen çıkın. öptüm bye.

şeklinde bir yaklaşım, size geri gelecek bir kelle ile sonuçlandığından olayı daha anlaşılmaz, "bu böyle demiş olabilir ama demiş de olmayabilir, o yüzden bence bir şey yapmayalım" dedirtecek bir seviyeye çekmiş olabilir..

ikincisi de, ciddi manada diplomatlar "o kadar eğitim aldık, bu kadar staj yaptik çay getirip götürdük, ankaragücünün deplasman otobüsünden daha az ekipman barindiran bir gemiye yapilan mudahaleyi kinarken illa ki killatmali, egitimimizin hakkını vermeliyiz" diyor olmalilar..


http://m.friendfeed-media.com/d74c0afa1d2a366d8dc11012d8e3a873ae67d1b0
(ankaragücü deplasman otobusu ile karsilassa demek ki israil ordusu, feleklerini sasiracaklar)

yoksa ben olsam orada başta, yapacağım bildirge basit (zira uzaktan söylüyorsun):

"sevgili israil, sizi ezelden beri severdik, ecdadimiz da sevmiş. ama bize yanlış yaptınız! puştluk sergilediniz, oraya gelirsek allahınızı şaşırtırız ipnetorlar!!!! akıllı olun! gazze'nin de kapısını açın, küfrettirmeyin lan insani!!!!!!111111"