Pazar, Mart 01, 2015

ben hiç hazır etmedim kendimi gidişine

küçükken, evin salonunun kömür sobalı sıcaklığında otururken, televizyonda komik bir şey gördüğümde göz ucuyla babama bakardım. gülünmeli miydi şimdi buna? yoksa hadsiz bir espri miydi?

Sonraleyin hiç beklemediğim bir şekilde büyüyüverdim. insan hiç bir zaman büyüdüğü hızla olgunlaşamıyor. daha dün renkli istop oynadığım sokaklarda büyük adımlarla yürürken mahallenin kızlarının, bakkalının, yaşlı teyzesinin bile bakışı değiştiğini farkettim. omuzlarım genişlerken, sakallarım çıkarken görmeye başladım olup biteni. hayatta bilmem gerektiğim renklerden çok daha fazla şey olduğunu farketmem aynı zamana denk gelir. hayat dediğiniz şeyin öyle yavru ağzıyla, vişne çürüğü ile hiç alakası yoktu.

istop...

ben büyürken hep gözümün ucuyla Yaşar Kemal'e baktım. hakli kim, haksız kim, doğru kim palavracı kim hep ondan ogrendim. 95 yılıydı, 90larin o bulutlu ve dandik polyester mantolu günlerinden birinde milliyet gazetesinde cikmisti asagida dediklerim. gazeteden cikmis ve cuzdanıma girmişti. neden bilmem büyük ozanın külliyatında öyle hatrı sayılır bir yeri olmayan bu sözler, yıllarca cüzdanımdan çıkmadı. dgm'de yargılanıyordu o zamanlar, yine zulum yapanlara "bu zulumdur" dedigi için:

“Yazıya emek vermek, denizin kıyısındaki kentlerde, fabrikaların, iş hanlarının kuşattığı metropollerde yaşarken dağda yaşayanın hayallerine ortak olmayı, bulmayı, o hayalleri evrende okuyan, okuyacak herkesin seçip ayırabileceği biçimde yeniden yaratmayı gerektirir. Bunun tersi de aynı önemdedir. Kökü dağda bir yazı adamıysan, kenti, o karmakarışık dünyayı çözmeyi de işe katacaksın ki kendi coğrafyanı, doğanı daha doğru anlatabilesin. Bu insanın farklı olanı tanımasına, farklı olanların birbirini anlamasına, yani barış umuduna emek vermektir.”

topalım ben. insan kendi kusurunu yaşarken unutuyor. koltuga yatıp tv izlerken topallığın gelmiyor aklına da, sokakta aynalı camların yanından geçerken farkediyorsun topalladığını. belki biraz da bu topallamadır, tek gözü kör ozanı kendime bir fener bilmenin marifeti. ve yine yaşar kemal'in kör gözüyle kocaman gülüşüdür sokağa şortla çıkıp insanların ayağıma bakışlarına aldırmamanın çaresi..

şimdi düşündüğümde o kadar çok şey var ki yaşar kemal'den öğrendiğim, yani öyle faso fiso işler değil, ne bileyim "biz seninle direnmeyi, hakkını aramayı, zulume karşı durmayı öğrendik" gibi değil, daha somut işler. bir çayın nasıl daha güzel demleneceği mesela, ölünün arkasından acını nasıl kalbinde eriteceğini, güneşin alnında yürürken ensen yanmasın diye neler yapman gerektiğini.. ama ille de insanlara güvenip sevmeyi.. ve biliyor musunuz, biraz da affetmeyi. ne birazı. çokça affetmeyi..

“Karanlıklar ne kadar yoğun olursa olsun, isterse kurşungeçirmez olsun arkasından bir ışığın patlayacağını öğrendik… İnsanlığa güveniyorsak o ışığı görürüz”




çok sansım oldu tanışmak için. bir gün bizzat masasına bile davet edildim. ama işte ikarusu bilirsiniz, şu güneşe uçmaya çalışan çocuğun hikayesini.. hani güneşe yaklaştıkça balmumundan kanatları erir ve düşer ya aşağıya, hiç bir zaman ikarus gibi cesur olamadım. ya nefret ederse benden dedim, ya sevmezse rahatsız olursa varlığımdan. olmadı velhasıl, pişman da değilim baktığımda..

şimdi bu kalbimdeki acı, bu göz yaşlarım biraz bencilcedir o yüzden. büyümenin sergüzeştinde yalnız kalmaktandır. şimdi bir şey olduğunda göz ucuyla bakabileceğim bir yer yok. silah bırakmaya ne diyeceğimi kendi yetersiz aklım ayırt edecek, neyin reva neyin zulum olduğunu bilmek benim işim..

sizi bilmem ben. ama ne bileyim işte, dursun istiyorum dünya. yeni bir gelişme olmasın. nasıl bıraktıysa Yaşar Kemal öyle kalsın dokunulmasın. ben istemiyorum.. ben böyle boktan, nalet bir kış gününde gitmesini de istemiyorum ki zaten. ağustos böceğinin hakki var be bayım. çukurovanın sıcağının güneşinin hakkı var.. pamuk işçilerinin hakki var helallik almadan gidilir mi hiç? göçmen kuşların helalliği hiç mi değildi yani umrunda.. hem biz burada ne diyeceğiz yaz gelince? nerede diye sorarlarsa? ve derlerse bize "hiç kimse sevemeyecek bu memleketin halklarını ve hiç kimse güvenemeyecek insanlara onun kadar" ne diyeceğiz allah aşkına? hangi kitabında hangi yazında yazdın ne bok yiyeceğimizi?

Hiç hazır olamayacağım bir şekilde Etrafımız Abdi Ağa'lar ile çevriliyken İnce Memed olmaya ve kalmaya devam etmek vasiyet kaldı bana, bize. tüm kitaplarını bir daha okuyacağım sanırım ben, gittiğini kabul etmek istemiyorum.. yok olmaz böyle..

bu kış olmaz..

"Yanıyor yüreğim. Eskiden, daha korlu, daha beter, delirten, yüreğim ne güzel yanardı. İçimde bir ateş harmanı. Keşki şimdi de öyle olsa. Yansa yüreğim, acısa, korksam. Ölüm gibi, ölümden beter, korksam yüreğim dayanmasa. Orta yerinden çat diye çatlasa, tam ortasından. Sabır taşı gibi…Şu dünyada her bir yaratığın tutunacak bir dalı var, insanın yok. Şu dünyada yalnız olan, kimsesiz, çaresiz olan yalnız be yalnız insandır. Herkesin, her şeyin yaşaması, ölümsüzlüğü var, insanın yok. Ağaç, kuş, otlar, böcekler, yılanlar, çıyanlar, hiçbirisi, hiçbirisi yok olmuyor. Ama insan yok oluyor. Çünkü insan kendinde başlayıp kendinde bitiyor…"

Pazar, Ocak 25, 2015

Piyale Paşa

Şehrin orta yerinde işlek, kimsenin durmaya vaktinin olmadığı caddelerin, otoyolların hemen yanı başında herkesin yoldan geçerken gördüğü ama kimsenin işi yoksa uğramadığı semtler vardır... Oradadır, şehrin tam ortasındadır ama uzaktır insanlara, durup ince şeyleri düşünmeye vakti olmayan meşgul insanlara...



İstanbul’da, Galata köprüsünden, Taksim’e tırmanırken, yani Beyoğlu’nun hemen altında yürüme mesafesinde, yani Nişantaşı’nın dibinde, yani Kasımpaşa’da herkesin anayoldan görüp de “Piyale Paşa Camii bu” dediği ama kimsenin gitmediği bir caminin etrafındaki Piyalepaşa semti de bu kendi başına yaşayan semtlerden biri.

1500’lü yıllarda, denizcilikteki zaferlerden kazandıklarıyla “Mimar Sinan göçüp gitmeden ben de bi cami yaptırayım da hayrolsun, ölmüşlerime dua edilsin” diyerek yaptırmış ve adını vermiş büyük Kaptan-ı Derya Piyale Paşa bu camiye. Sonrasında bilhassa sabah namazında uykusundan uyanıp da bu güzel camiye gitmesi zor gelenler, caminin etrafına birer birer evler kondurmuşlar. Git gel zaman koca bir semte dönüşmüş Piyale Paşa Camii’nin etrafı. Biraz unutulmuş sonrasinda, biraz sahipsiz kalmış. Şehrin orta yerinde sahip çıkmamış kimse, etrafındaki şehir genişlerken o git gide gözlerden daha uzak kalmış. Oysa ki ne çok ihtiyacı var yeni bir nefese. 


Yeni yerleşim yerlerinin, yeni şehirlerin birer birer kurulduğu bir coğrafyada dile kolay 500 senelik bir semt olmak, 500 senelik sevdaları, özlemleri, kızgınlıkları, sevinçleri ve çoşkuları barındırmak. Ne gariptir kim bilir adımlarından yorduğun sokakları senden önce nice insanın yorduğunu bilmenin garip hissiyatıyla yaşamak, şehrin gürültüsü yukardayken, herkesin bakıp geçtiği sırlara muvaffak olmak.





Üstelik mesela büyüdüysen kahvede seni yakalayıp semtin tarihini sanki oradaymış gibi anlatan amcalarla, bakkal dükkana hasbelkader giren yabancı müşteriye “tabi yahu na buradan yürütmüş Fatih gemileri. O zaman bizim arsa varmış burda” diye anlattığına tanık olduysan ve kimseciklerin sokakta olmadığı bir yaz günü, Haliç’e bakan bir duvarın üstüne oturup karpuz yerken mesela anlatıyorsa çocuklar Fatih’in gemileri tam da Piyalepaşa’nın üzerinden nasıl yürüttüğünü yani semt sizden önce de varsa, yani herkesten önce varsa, varsın o bilmemkaç katlı binalar bir kenarda dursun der insan.

Bir insanı insan yapan mahallesidir, semtidir aslında. Yürürken balkonlardan sarkan sepetlere kafası vurmuş insanlardan ne zarar gelir ki hem? Yılların yoğurduğu sokaklardan, nesillerin yürüdüğü kaldırımlardan kötü insan çıkar mıymış hiç?



Perşembe, Aralık 25, 2014

Grace Kelly Üzerine: Daha güzeli geldi mi ki?


(o yeşil gözlere leylam, hayran olmayayım mı?)



Fotoğrafın icadından evvelki kadınları ancak resimlerinden o da "leonardocum o senin güzel bakan gözlerin" ayarında bildiğimizden, öncesindeki kadınları bilmiyorum ama, fotoğrafın icadından sonra meydana gelen en güzel kadındır "Grace Kelly"..

1929'un yağmurlu bir 18 kasım gününde amerika'nın filedelfiya kentinde dünyaya geliyor. bu amerikalıların adeti olduğu üzere kendisinin "avrupa birliği" gibi bir aslı var. sanki ataları avrupa kupası yarı finalinde karşılaşmış gibi, anasının da babasının da geçmişinde hollandalı, alman, fransiz, italyan ebeveynler var.. avrupa birliğinin oluşumu tamamlandığında "grace kelly" gibi bir güzellik olacaksa, ben reyimi her türlü anayasaya veririm arkadaş..

her neyse.. kendisinden büyük 2 tane ablasının gölgesinde yetişiyor. çok zengin bir aile değil ama öyle fukara da değiller.. o yüzden grace kazandibi olarak kendisini sanata veriyor. hoş matematik notları iyi olsa koleje gidecekken, matematikten çok çakmayan bir sarışın olarak kendini new york güzel sanatlar fakültesinde buluveriyor. bir yandan okurken, bir yandan da dönemin "lost" gibi "csi" gibi "süperbaba" gibi dizilerinde figuranlık yaparken kendini önce kıytırık bir filmde, sonrasında ise "ava gardner" ve "clark gable"lı "magambo" adlı filmde buluveriyor..


http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/8/85/Mogambo2.jpg


henuz 24 yaşındaki grace, artık saçları ağarmış ve sean connery'nin bile sahip olduğu yaşlılık karizmasını sonuna kadar yaşayan clark gable'a aşık oluyor.. yannız clark tırt bir adam olduğundan, çekimler bitip afrikadan amerikaya döndüklerinde bunu şutluyor. o sırada arada bir kaç film daha çeken grace kelly'i "alfred hitchcock" keşfediyor.. "inanılmaz bir seksapalitesi vardı. masum, narin bir kız gibi görünüyor ama dudaklarından şehvet akıyordu" diyecekti yıllar sonra alfred onun için.. "dial m for murder","rear window" gibi hoş filmlerde oynuyor 1954 senesinde.. ama bu iki filmde salon hanfendisi karakterler canlandıran şık kızımız, aynı yıl "country girl" adında bir filmde hiç olmadığı köylü, saçını süpürge yapıp ailesine bakan bir kadını mükemmel canlandırınca henüz 25 yaşında oscarı evine götürüyor.. babası şaşırıyor tabi "ulen en son bu başarılı olur diyorduk, diğer kızlar evde kaldı bu oskar aldı" gibi garip demeçler veriyor dönemin tercüman gazetesine..


http://www.whitewallimages.com/images/large/grace_kelly_big.jpg

sonra bir hadise oluyor bu monacoya gidiyor.. vay orada monako prensini görmesin mi? yıldırım aşk hemen.. hop nikah düğün derken, tarihin ilk global ünlüsü oluveriyor. tüm gözler artık "prenses kelly"nin üzerinde oluyor. canlı tv yayınları, ilk paparazziler falan hep grace kelly yüzünden icat olurken, kadirşinas güzel kızımız saray hayatından sıkılıyor. zira sabık kocası film çekmesini istemiyor, evinin prensesi olmasını istiyor.. çektiği son film de "high society" olarak kalıyor.. prenses grace, sıkıldıkça çoçuk yapiyor. sırasıyla, caroline, albert ve stephanie doğuyor..

http://www.broadwaytovegas.com/princessgraceprincerainier.jpg

yıllar su gibi geçerken grace de alenen yarı zamanlı prenses ve aile kadını oluyor. güzelliğinden ve ihtişamından hiç bir şey kaybetmeden yaşlanıyor.. 1982 yılında lanetli bir eylül gününde, kızıyla birlikte giderlerken arabada felç geçiriyor, tabi araba felçten anlayan bir araba olmadığından yola devam etmek istiyor, o gazla uçurumdan aşağıya çakılıyor..

prenses oracıkta vefat ederken, hayırsız kızı (ki korumasına falan aşık olup ondan çocuk yapacaktır sonrasında) burnu kanamadan atlatıyor kazayı.


kocasi rainier ölene kadar evlenmiyor bir daha. kimle evlensin ki? dünyanın en güzel kadını 25 seneden fazla karınken, üstüne kimi alabilirsin ki?

hülasa bir grace kelly gelip geçiyor bu dünyadan, onun ölümünden sonra doğan çocukları bile büyüleyerek.. ama tabi sonuçta hayat dediğin şeyde herkes kendisine ait bir prenses buluyor, ve herkesin kendi prensesi, gecenin bir saatinde aklına gelen, konuşurken ellerini titreten kadın dünyasının en güzel kadını oluyor.. benim prensesim gibi..

Perşembe, Haziran 26, 2014

o güzel insanlar gittiler ve biz kaybettik

bir şeyin başlangıcını, her şeyin nasıl başladığını merak etme modasındayız ya şimdi, bir bir çıkıyor ya "the beginning'li" filmler kitaplar, her şeyin sarpa sardığı noktayı görmek ilgimizi çekiyor ya, yavuz turgul'un sineması da böyle bir şey benim için

onun filmlerindeki o güzel insanların, kendi değerlerine sımsıkı bağlı olup da, sırf bu bağlılığı yüzünden çağa ayak uyduramamış, zamanın gerisinde kalmış insanlar, o güzel insanların bizi nasıl bırakıp gittiklerini görüyoruz.. ne zaman kaybetmeye başladığımızı görüyoruz, o güzel insanların atlara binip gidişini görüyoruz..

başlarına gelen onlarca felakete rağmen bir kez bile nalet etmeyen, kendisine en büyük kötülüğü bile yapan insanları affeden, her türlü cefaya rağmen affetmeyi göze alan adamlar gidince, bugunki kin kaldı geriye, bugün ki mezalim kaldı geriye..

bir mühsin bey daha doğurmaz mı gayri bir ana? bir züğürt ağa daha çıkartmaz mı bu toprak? eşkiyalar indi mi aşağıya hep namert mi kaldı dağlarda? Satılmaz mı hiç bir değer üç kuruş dünyalık paraya?

şöyle yapmalı böyle yapmalı da denmez ki, beklenmez ki hiç? muhsin bey'in ali nazik'i affetmesi gibi affetmesi beklenir mi balyoz sanıklarının? Affedebilir miydim ben? züğürt ağa gibi parası gitse de kendi onurundan zırnık vermesi beklenir mi medya patronlarının? verilebilir mi? eşkiya gibi sever mi bir adam, sevmesi umulur mu?

size bir şey söyleyeyim mi? o güzel insanlar gittiler ve biz kaybettik..

Pazar, Mayıs 25, 2014

Vatanını sevenlerin yumruğu

Öyle çok da iyi bir film zevkim yoktur benim baktığında. Ertem Eğilmez'i film tarihinin en mükemmel yönetmeni olarak gören birisinin, Nuri Bilge Ceylan filmlerini sevmemesini anlayışla karşılarsınız. Hem sanat filmi olayı geriyor beni ölesiye. Oradaki göndermeler, sembolizm, öykü yerine resim gösterimi beni hiç etkilemiyor. Daha önce de yazdığım gibi, ben sanat filmlerini anlamama kaygısı taşıyan ve bunun paranoyasını yaşayan bi herifim.. (bkz: sanat filmlerini anlamama kaygısı)

Büyük bir ödül sonrasında "ben zaten çok severim onu" diyen sefillerden olma niyetim yok burada, Nuri Bilge'yi de övmeyeceğim size.. Dedim ya sevmiyorum kendisini ve sevmediğim adamı pek takip etmiyorum ama, ben hiç Nuri Bilge'nin siyasi bir duruşu olduğunu da görmedim açıkcası. O yüzden çıkıp da "son bir senede kaybettiğimiz tüm gençler adına bu ödülü alıyorum" demesi de çok etkilemiyor beni. Sanatçı, kazandığı ödülleri hediye etmeye değil, o ölümler olmasın diye çalışmalı benim fikrimce.

Ama ve lakin, bu ödül o kadar mutlandırdı, o kadar sevinç doldum ki ben. Ne kadar ihtiyacımız olduğunu farkettim kazanmaya. Ne kadar eksik kaldığımızı farkettim takdir edilmekte. 1 senedir hayatımızı, kariyerimizi riske atıp ülkemiz için bir şeyler yapmaya çalışırken, oradan sesi soluğu çıkmayan, hiç bir şey söylemeyip, bize karışmayıp işine bakan adam bize vatanseverliği, memlekete hizmet etmeyi bangır bangır gösterdi işte.


Ve lütfen siz, çocuklarınıza eğer memleket sevgisini anlatacaksanız, siz sevdiklerinize, eşinize dostunuza vatana hizmet etmeyi anlatacaksanız, lütfen bunu şu adamları göstererek yapın.. 32 yılda bir sıkılmasın o yumruk oralarda.. O yumruk, bu ülkeyi sevenlerin, bu ülkeyle gurur duymamızı sağlayanların yumruğu bir daha sıkılmak için 32 sene beklemesin.

Ve biz de yurt dışına çıktığımızda gururla diyebilelim "Evet, o filmin yönetmeninin ülkesindenim.. Ha kendisini pek sevmiyorum ama çok güzel işler yapıyor, takdir etmemek aptallık olur"

Perşembe, Şubat 13, 2014

Padişah anası: Tir-i Mujgan Valide Hazretleri

hepimizin olduğu gibi, zamanının padişahı 2. abdulhamit'in de bir annesi varmış arkadaşlar. 10 yaşındayken vefat etse de bu hanım namı yürümüş abdulhamit sayesinde. oradan buradan okuyoruz, belgeseli çekiliyor izliyoruz biz..

lakin şöyle bir şey var; kendisi hakkinda "inanilmaz güzeldi, öyle cerkezdi, boyle nefes kesiciydi, teni seffafdi, gozleri kirpikti" denen sultan.. şimdi yukarda allah var yahu, abdulhamit'in validesi bu, bey babasi kim abdulhamit'in? abdulmecit efendi.. bakiyoruz abdulmecit'e:

http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/b/b8/Sultan_Abdulmecid_Pera_Museum_3_b.jpg/150px-Sultan_Abdulmecid_Pera_Museum_3_b.jpg

gayet eli yüzü düzgün bir hünkarimiz, o zaman ulen, bu "ali eren beserler" misali erkek güzeli padisahimiz nereden cikti? yapmayin allaskina.. tamam cerkez dedigin kiz güzel olur ama ortada bir abdulhamit gercegi var yahu.. en deli sehzade zamanlarinda ilyas salman'a "hos cocuk, en azindan abdulhamitten hoş" dedirtebilecek bir şekli var hunkarimizin:



o yüzden yapmayin allaskina, tirimujgan hanimefendimiz, makyajla acaip güzel bir kadinmiş, bunu kabul edelim. sabahlari büyük ihtimal tugba özay..

zaten kendisinin ismindeki "kadin efendi" ibaresinin de bu yüzden oldugunu dusunuyorum ben.. "kadin" yani amman hata yapmayalim, sekli pek benzemiyor olabilir "makyajsiz" ama kadin kendisi..

rahmetlinin üzerine çok gittigimin farkindayim ama, bu tiri mujgan'i da, kirpikleri ok manasinda degil "senden 3 tane mujgan olsa, anca bi kadin efendi ediyorsun" manasinda demiş olabilir abdulmecit.. bilemeyiz tabi, harem paparazziye kapali bir ortam.

her neyse.. sonucta triportor e isim veren kendisi degildir.. zira genç yaşında, beylerbeyi sarayında veremden ölmüştür.. o köşk de aleni olarak halk sagligina tehdit ihtiva eden bir köşk. bir kere yolum düştü de, yarim saatte rutubetten zaturre oluyordum. zamanında ugur dündar olsa, mühürlettirirdi o köşkü.. (bu arada ilk cümledeki espri acaip kötüydü farkindayim)

Salı, Aralık 03, 2013

1 Ekim Dünya Yaşlılar Günü'nde, Tüm Türkiye O Küçük Kızı Tekrar Güldürdü



 1 Ekim Dünya Yaşlılar Günü’nde tüm Türkiye’nin sesini huzurevlerindeki yaşlılara ulaştırmak ve onları hatırlamamızı sağlamak için, dünyanın lider yaşlı ve hasta bezi markası TENA tarafından bir interaktif banner kampanyası gerçekleştirildi.

Gün boyunca www.hurriyet.com.tr ‘deki bannerlarda ve www.herzamangenc.com ‘da yayınlanan sosyal sorumluluk projesinde; mobil teknolojinin gücü, interaktif bir video banner ile mutluluğa dönüştürüldü. Sabahtan akşama kadar yayınlanan reklam bannerlarına tıklayanlar, açılan ekrana cep telefonu numarasını girerek, saniyeler içinde çalan telefonlarının diğer ucunda bir huzurevi sakininin sesini duydular ve yaşlılarımızın dünya yaşlılar gününü kutladılar.

Bu sürpriz kutlama kampanyasının iç ısıtan görüntülerini izleyince, onların mutlulukları büyük ihtimalle size de geçecek. Bu arada siz de bu sosyal sorumluluk kampanyasına destek olmak ve huzurevlerini aradığımızda yaşlılarımızın yüzlerinde yaratabileceğimiz mutluluğu etrafınızdaki kişilere hatırlatmak için kampanya videosunu #bukızıgüldür hashtagi ile paylaşabilirsiniz.

Bu kampanya, bir taraftan huzurevlerindeki yaşlılarımızı mutlu ederken, diğer taraftan büyüklerimizi hatırlamak konusunda her zaman dillendirdiğimiz iş yoğunluğu, yaşam mücadelesi, trafik gibi tüm bahanelerin, onların yüzlerindeki heyecanın yanında ne kadar detay kaldığını da gösteriyor. Bu heyecanı 1 Ekim'de kampanya boyunca yaşayan yaşlılarımız, 12 Kasım 2013 tarihindeki Mediacat Felis Reklam Ödülleri’nde 2 ödül birden alarak bir kez daha tattılar. Suadiye Huzurevi sakinlerinin ödül görüntülerini bu linkten görebilirsiniz: http://www.herzamangenc.com/11/en-yaratici-dijital-sosyal-sorumluluk-projesi/

Bir boomads sosyal sorumluluk içeriğidir.

Pazar, Kasım 24, 2013

Gezi Partisi'ne dair



Mayıs sonu başlayan süreci az çok biliyorsunuz. Bir grup devlet büyüğü "buradan yol geçecek, canlılara yer yok" diyerek istanbulun göbeğindeki bir parktaki ağaçları kesmek istediler. Sonra ağaçları ve insanları sevenler "ne gerek var" diyerek karşı çıktılar buna. karşılarındaki polisler "biz ağaçları şayet kesilip kağıt yapılıp para olarak kullanılmıyorlarsa sevmiyoruz ve sizden de pek hoşlandığımız söylenemez" diyerek bu sevgi dolu insanları üzmeye çalıştılar.

sonra çok üzüldü ağacı seven insanlar. çok canları yandı. dostlarını kaybettiler veya dostları onları tek gözleri ile görmek zorunda kaldı.. elem en büyük mürebbiyedir derler ya büyükler, bir kez daha öğrendik ki biz bu acı ve keder içinde, birbirimizi dinlemeyi, birbirimizi anlamayı, dahası "eğer bir şeyler yapmazsak bunlara daha fazla maruz kalacağız" diye düşünmeyi öğrendik. 

işte bu düşünceler arasında bir parti çıktı. "gezi partisi" adında.. gezide olan, gazı solumuş, elini taşın altına sokmanın zamanının geldiğini düşünen ve hızlı hareket eden insanların çıkarttığı bir parti. hızlı hareket edenin altını çizmek gerek zira "gezi" ismi bir direnişin semboluydu ve bu kardeşler hızlı davrandı. 1-0 oradan öndeler zaten.

Pazartesi, Kasım 18, 2013

Aslinda hepimiz Nejat Uygur'un "Nesef'inden" çıktık

93 senesiydi. beyaz bir şahin arabada o doksanların kömür dumanlı gri bir ocak gününde, basmane garından sağa dönüp tepecik hastanesine giderken, arabanın arkasından kafamı çıkartıp babama sorduğum "sünnet olduktan sonra gülmeye devam edebilicem mi?" sorusuna aldığım cevabı belki babam hatırlamaz ama ben hiç unutamayacağım:

"insan gülmeden hiç durabilir mi uğurcum? tabii ki gülücez?"

ve biliyor musunuz? babam benim hayatimda çok az yanıldı..


Cumartesi, Kasım 02, 2013

Twitter Reklamları Üzerine


küçükken her pazar, hürriyet pazar ekinin en arkasında "oğuz aral" okurdum.. ara sıra,  bir karikatürcünün zamanında onu görmeye geldiğini, karikatürlerini ona gösterdiğini, onları kendisine benzettiğini çünkü hayatta kazandığı ilk parasını karikatür çizerek kazandığını söylerdi rahmetli oğuz aral.(ki dedesi olmayan bir çocuk olarak kendisini dede olarak görmüştüm bi süre.. sonra farkettim ki, gitsem cihangirde bunu bulsam "dede dede" diye sarilsam "siktir lan" diyip bi güzel de döverdi beni)

 o zaman çok büyülü gelirdi bu "sevdiğim şeyleri üretip, kendimce hiç emek sarfetmeden para kazanma" işi.. düşünsenize, içinizden gelen inanilmaz bir dürtüyle, ister istemez bir şeyler üretiyorsunuz, ki bu üretim süreci bir taşın yere düşerken düşündükleri gibi oluyor (yani tam olarak bence bir taşa "neden düştün" diye sorsan alacağın cevap "ya ne yapsaydim düşmeyip?" olacaktır) ve üstüne para veriyorlar.. inanilmaz büyülü bir süreç.. ykm'nin içindeki, oyuncak reyonunda geceleyin kalmak gibi bir mücize..

Pazartesi, Eylül 30, 2013

Andımızı Okutan Çocuk Olmak

Demokratiklesme paketimin tum o yalancı balkon konusması samimiyeti içinde bir gerçek vardı ki biz 90 çocuklarının anılarını ortadan kaldırdı. Yanlış anlaşılmasın andımızın okullarda olması saçmalıktı ama işte insan üzülüyor..

hayatim bir sekilde yapmak isteyip yapamadiklarim, üstelik millet yaparken benim yapamadiklarimla dolu.. cok gerzek seylerden cok komplike seylere kadar bu yapamadiklarim bulunmakra..

ama beni en cok yaralayani andimizi okutamamakti sanirim.. ilkokulda çok öykündüğüm ama aptal bir çocuk oldugum için bir türlü oraya o binlerce cocuğun önüne çıkıp olamadim.. 

mutsuzum. 

bugun bile..


Cunku bu andimizi okumak cok sahane bir seydi  bence.. her gün okulun en koca sesli, en caliskan ogrencilerinden biri cikip
"türküüüüm dogruyaaaam çalışkaaanaaam" diye ünlerdi ya ilkokulda, o çocuk olmanin ayri bir hissiyati ayri bir güzelligi vardi bence. hatta o cocuk bakkaldan bedava gazoz bile aliyor, geceleyin odasina girdiginda ayri alemlere daliyor olabilirdi bilmiyorum.. olmadim ki ben hiç.. olsam cok sevinirdim ama.. keşke olsaydim.. bi kere bari.. hiç olmadi bayrak cekseydim. kahretsin lan.. yitirilmiş bir çocukluk.. komşunun çocuğu oyuncak arabamı çalsa daha iyiydi..


konuyla ilgili bir animi anlatmak istiyorum ben. 1989 un aci günlerinden bir tanesinde ben ilkokulayim o vakit haliyle. Aakeri veraset biteli hani olmuş ama hala paralel evrenlerdeyiz ve leblebi tozu yerken "kenan evren hem leblebi tozu yiyor hem de ıslık çalabiliyormuş" diyerek darbe şakşakçılığı yapıyoruz.

her neyse fbi irlama arkadasimiz cikti li kendisi bugun hapistedir, basladı okumaya

TURKUUĞÜÜÜMM DOĞRUYUUAAMM ÇALIŞKANIIIM 

bakti her seyi tekrar ediyoruz koy verdi

"patates" diyor patates diyoruz, en büyük diyor en büyük diyoruz allah dior allah dioruz. 

zor zaptettiler cocugu mikrofonu zor aldilar elinde. Tav olmuştum öğrencilerin kendi yazdıkları patates andımıza mudahale gelmesine ama o zamanlar direniş bizden uzaktı. Şimdi olsa "FAŞİZME KARŞI ARI MAYA" diyip arı mayalı silgimi yemez kürsüye atardım. Ama olmadı

Velhasıl, benim gordugum ilk anarsisttir ilk punktir o arkadas. sonrasinda uyusturucu satıcısı oldu gerci..

Pazar, Eylül 15, 2013

Şu azuth denen embesili kim bu kadar poh pohladı lan?

Yukardaki hakkımda söylenen bir tweetten. Hakket beni kim pohpohladı ki bu kadar, hoşuma gitmeyen her şeyi söyleyebiliyorum? Yani tamam iktidarı eleştirebilirim, iktidarı winnie the pooh'daki igor'un götüne bile sokabilirim, lakin direnişi eleştirmek, hele ki direnişte bulunan sosyalist örgütleri eleştirmek de neyime? Ben nasıl bir embesilim ki iktidarın pasifizm ile yenileceğini düşünüyorum? Ben nasıl dandik bir adamım ki flamalarla, taşlar ve molotoflarla meydanları geri almaya çalışanlarin, onlar olmasa 5 dakika bile direnilemeyeceklerin yaptıklarını koca harflerle "DANDIKLIK" diye eleştiriyorum..




hakket şu azuth denen embesili kim bu kadar pohpohladı?


Cuma, Ağustos 30, 2013

30 Ağustos'a dair

istedim ki bir de ben anlatayim zaferimizi.. savaş taraftarı olamadik hiç bir zaman ama bağımsızlık taraftarlığımız her zaman daha ağır bastı..



26 agustos 1922 de gerceklesmis, türkiye cumhuriyeti tarihinin en büyük, en güzel, en aci, en cesur, en korkak ve en gururlu mucadelesidir büyük taarruz.. mustafa kemal nutuk da taarruz için şöyle der

"ben, daha haziran ortalarında taarruza karar vermiştim. bu kararımı yalnız cephe komutanı ile genelkurmay başkanı ve millî savunma bakanı biliyorlardı. bildirdiğim tarihlerde bir geziyi vesile ederek izmit - adapazarı yönüne hareket ettiğim zaman, ankara'da genelkurmay başkanı fevzi paşa hazretleri'yle görüştükten sonra, o zaman millî savunma bakanı bulunan kazım paşa hazretleri'ni sarıköy istasyonuna kadar birlikte götürerek, oraya davet ettiğim cephe komutanı ismet paşa hazretleri'yle birlikte, taarruz için gerekli hazırlıkların sür'atle tamamlanması ile ilgili kararlar aldık."



bu kadar net soylenebilirken savastan sonra, nutuk okunurken hersey, sonu bilinirken kavganin bu kadar rahat olunabiliyor heralde.. taarruz karari aldiginda mustafa kemal, 15 vilayet vardi yunan'in mavi bayraginin altinda.. izmir ve istanbul ve manisa ve afyon.. düşman elindeydi.. inanilmaz seyler vardi ki ellerinde, bunlarin arasinda, onlara bakarak büyüyenlerin dünyadaki en güzel seyler diye tarif edecekleri 7 göl, yazin karpuz sogutulan, ve bilhassa yüzme ögrenirken içine işenilen 11 nehir.. ve kaplumbagalari ile, sincaplari ile ve yanginlari ile (oysa ki ne güzel kokar baharda o çamlar) yüz kere yüz bin dönüm orman... izmirde bir tersane vardi dusmanin elinde, iki tane de silah fabrikasi.. en büyügü izmir'indi belki ama, kocaeli dahil 19 korfez.. cogunun rihtimi yoktu.. mendiregi dalgakiran i yoktu. mesela kirmizi yesil fenerleri yoktu.. fakat onlar, kiyilarinda yapilan ekmek arasi istavritlerle bizimdiler..

tipki ege gibi.. 6 kol tren yolu hattinin, aydindan, afyondan, eskisehirden içine dogru uzandigi ege.. sonra göz alabildigine yol vardi.. toprak, az da olsa aspalt.. yol vardi göz alabildigine.. sevdigimizden vazgecince alip gittigimiz, neden nicin nereye bilmeden pesinden arabistana, pesinden tunusa, pesinden viyanaya gittigimiz ama toprak, ama camur uzun yollar.. ve uşakta hali dokuma tezgahlari, ve manisa'da saraclar.. sehzadelerin gezdigi topraklar.. ve kemeralti.. bilmem kac erkegin ilk kez kadin memesi elledigi, keraneleriyle.. ve delikanli, ve agirbasli ve capkin ve kurnaz istanbul, izmir işcileri.. kil cadirli yörükleri ile aydin'lilar.. o balli incirleriyle karaburun elleri.. hepsi elindeydi dusmanin... 15 vilayet, izmir istanbul ve afyon ve manisa...

haziran ortasinda karar vermisti mustafa kemal taarruza.. izmitte.. ya istiklal ya ölüm derdi ya.. ikisi arasinda bir degisim yoktu aslinda.. istiklal olmassa ölüm kendi gelecekti..


sakarya cenk olunmustu, yagmurlar altinda, simsekler altinda düsman cekilmisti geriye.. afyon- dumlupinardaydi simdi.. büyük gücü oradaydi.. bir baska kuvveti de eskisehirde.. bu iki grup arasi ise bos degildi haliyle.. yani özünde marmaradan menderes e silme düsman vardi o topraklarda.. düşmanüç tümen sahibiydi egede ve üç dümen çarpi iki ayak cigniyordu vatan topragini.. bizim ise iki ordu halinde teskilatlanmistik.. bizim bütün birliklerimiz 18 tüme civarindaydi. illaki birbiri ile karsilastirirsak tüfeklerimiz esitti düsmanla.. atlarimiz daha fazlaydi. bir süvari kolordumuz vardi zaten 3 tane de süvari kolordumuz. yorulmak bilmezdi o kayseride, malatyada, elazig da ve dersim de damizlanmis atlar.. bizim suvarimiz çoktu, çoktu ama düsman avrupa'nin ve batinin gazi ile oradaydi. eh tufekleri toplari ve kamyonlari ve ucaklari vardi.. kafam kadar top atardi toplari da, 10 dk sonra tekrar atmaya hazir olurdu.. ama bizim atlarimiz vardi..

bizim bir de fikirlerimiz vardi.. ayri gayri da olsa.. ali ihsan pasa vardi mesela ki mustafa kemal nutukta soyle anlatir
"ali ihsan paşa; ordunun disiplinini ve genel yönetimini bir çıkmaza sokacak şekilde hareket etti. örnek olarak, ordusundaki ast komutanlarda, üst komutanlara karşı itaatsizlik edecek durumlar yarattı.

söz gelişi, ambarlarının mevcudunu günlerce haber vermeyerek ve haber verdirmeyerek genel yiyecek sıkıntısının çekildiği bir sırada, ansızın ambarlarının boşaldığını ve açlık tehlikesi bulunduğunu bildirdi.

ast komutanları, üstlerine karşı itaatsizliğe ve görevlerini yapmamaya kışkırtma ve bu davranışları destekleme gibi tutumları yanında, ordunun emirlere uyma ve görev duygusuyla oynayacak kadar entrikacı bir yaratılışta olduğu kanaatini de uyandırdı."

ali ihsan pasa büyük adamdi gercekten.. malta'ya goturulmustu ingiliz tarafindan da kacmisti oradan. geri geldiginde genelkurmay i istemisti mustafa kemalden. hakettigi de buydu belki. cünkü büyüktü rütbesi hem mustafa kemalden ve hem ismet pasadan.. ama bilmedigi bir sey vardi ki ali ihsan pasa'nin artik kidem, artik mevki artik yaş önemli degildi burada. yarin yanagindan gayri her seyde her yerde hep beraberdik.. bitlisli mahmut aga da birdi, beyazitli ali cavus da birdi.. hekimhanli mustafa bir kiza asik olmustu mesela, kazim pasa'ya anlatiyordu kizi gozleri dolarak... ibadet yapar gibi, omuz omuza kurtarmaya calisiliyordu vatan.. ali ihsan, vatan'a cok geliyordu..

taarruz, yapilacakti evet ama plan yapmak gerekti. taarruz'u süpriz kilmak gerekti ama plan yapmak da gerekti. mesela dedi fevzi pasa.. mesela bir futbol maci ayarlasak? ordular arasinda canim.. kendi içimizde.. hep beraber izlesek maci diye toplansak sonra.. sonra kararlassak nasil binecegiz düsmanin üstüne..

velhasil, lafi uzatmayalim , 28 temmuz 1922 günü öğleden sonra yaptırılan bir futbol maçı yapmak bahanesiyle ordu komutanları ve bir kac kolordu komutanları akşehir'e çağrıldı... 30 temmuzdu ki taarruz'un ana hatlari ve sekli belli olmustu.. artik son hazirliklar yapilmaliydi.. ee genel kurmay bosuna kurulmamisti..

carsambayi sel almis, bir yar sevmis el almis, ölmeden mezara konmus bir ulus atabilecegi en büyük yumrugu atmaya hazirlaniyordu.. 26 gün kalmisti.. kagnilar yürüyordu cepheye.. mermiler dokuluyordu.. cephe gerisinde ve cephede savas vardi.. iki ihtimali vardi koca bir ulusun.. ya istiklaldi ya ölüm..

7 agustostu.. sicakti afyon.. sicakti eskisehir, aksehir, polatli.. sicakti ankara.. sakin bir tonla konusuyordu mustafa kemal "efendiler.. 26 agustosta taarruz edecektir türk ordusu.. sizlerden bakanlar olarak, bunu gizli tutmanizi diliyorum" 13 agustos olmustu.. ismet pasa hali hazirda cephedeydi..mustafa kemal sonra ankaradan, konyaya gitti . aman ha dediler kimseye haber ucurulmasin... 20 agustostu.. mustafa kemal, ismet pasa ve fevzi pasa herkes bir cadirin icinde taarruzun nasil yapilacagini harita üzerinde gosteriyordu birbirine.. ordular oradan oraya gidiyordu harita üzerinde.. orayi aliyorduk, bu tepeye akiyordu. sonra ver elini izmir.. pasaportta bir aksam cayi..

vatan.. harita üzerinde kurtulamiyordu..

sessizdi toprak.. sessizdi cephe.. sessizdi aksehir, afyon manisa, aydin.. sessizdi izmir.. memlekette uyku yoktu fakat... günüz sicakti da kocatepe, geceleyin donuyordu herkes.. balikesirli ihsan (balikciydi babasi) üsüyordu mesela.. uyuyamiyordu sinoplu muhammet.. bakti diyarbakirli bekir goge.. gündüz degil de geceleyin dünya daha kücük gorunuyordu insanin gozune.. hem memleketi mi daha uzakti yoksa ay mi daha uzakti.. ayi gorebiliyordu, memleketini goremiyordu.. demek ki memleketi daha uzakti diye düsündü..

soguktu hava.. saat 4 tü.. sabah namazi kilinicakti birazdan.. mehmet olu ali sagini selamlarken bakti.. debreli onbasiyi bir daha goremeyecekti, mehmet oglu aliyi de bir daha goremeyecekti.. oysa aliyle birlikte savastan sonra, kismet olursa baliga cikacaklardi. edremitten, babasina ait bir sandalla alinin.. samsunlu mustafa ki acaba evlendirmisler miydi sevdigi kizi, eskisehirli ögretmen idris onbaşı, demisti ki vatan daha muhtactir tebesirden silaha, bir daha gormeyecekti ali... oysa ali en önde firlayacakti.. ilk kurşunu yiyecegini bilmeden..

saat 5:30 olmustu... bakti mustafa kemal.. bakti ufka.. kuranda zafer vaadederken hazreti yezdan, ve akif efendi demisken hakkin vaadettigi günlerin gelecegini, birden top atesi ile taarruz basladi.. bire kayalardan dökülür, gökten yağar yerden biter gibi, bu toprağın verdiği en son eser gibi, kocatepeden ala turca bir top yagmuru basliyordu.. bakti topcu subayi erzurumlu deli emrah "ya istiklal olacak" dedi "ya ölecegiz mina koyiim"

7 agustostu.. sicakti afyon.. sicakti eskisehir, aksehir, polatli.. sicakti ankara.. sakin bir tonla konusuyordu mustafa kemal "efendiler.. 26 agustosta taarruz edecektir türk ordusu.. sizlerden bakanlar olarak, bunu gizli tutmanizi diliyorum" 13 agustos olmustu.. ismet pasa hali hazirda cephedeydi..mustafa kemal sonra ankaradan, konyaya gitti . aman ha dediler kimseye haber ucurulmasin... 20 agustostu.. mustafa kemal, ismet pasa ve fevzi pasa herkes bir cadirin icinde taarruzun nasil yapilacagini harita üzerinde gosteriyordu birbirine.. ordular oradan oraya gidiyordu harita üzerinde.. orayi aliyorduk, bu tepeye akiyordu. sonra ver elini izmir.. pasaportta bir aksam cayi..

vatan.. harita üzerinde kurtulamiyordu..

sessizdi toprak.. sessizdi cephe.. sessizdi aksehir, afyon manisa, aydin.. sessizdi izmir.. memlekette uyku yoktu fakat... günüz sicakti da kocatepe, geceleyin donuyordu herkes.. balikesirli ihsan (balikciydi babasi) üsüyordu mesela.. uyuyamiyordu sinoplu muhammet.. bakti diyarbakirli bekir goge.. gündüz degil de geceleyin dünya daha kücük gorunuyordu insanin gozune.. hem memleketi mi daha uzakti yoksa ay mi daha uzakti.. ayi gorebiliyordu, memleketini goremiyordu.. demek ki memleketi daha uzakti diye düsündü..

soguktu hava.. saat 4 tü.. sabah namazi kilinicakti birazdan.. mehmet olu ali sagini selamlarken bakti.. debreli onbasiyi bir daha goremeyecekti, mehmet oglu aliyi de bir daha goremeyecekti.. oysa aliyle birlikte savastan sonra, kismet olursa baliga cikacaklardi. edremitten, babasina ait bir sandalla alinin.. samsunlu mustafa ki acaba evlendirmisler miydi sevdigi kizi, eskisehirli ögretmen idris onbaşı, demisti ki vatan daha muhtactir tebesirden silaha, bir daha gormeyecekti ali... oysa ali en önde firlayacakti.. ilk kurşunu yiyecegini bilmeden..

saat 5:30 olmustu... bakti mustafa kemal.. bakti ufka.. kuranda zafer vaadederken hazreti yezdan, ve akif efendi demisken hakkin vaadettigi günlerin gelecegini, birden top atesi ile taarruz basladi.. bire kayalardan dökülür, gökten yağar yerden biter gibi, bu toprağın verdiği en son eser gibi, kocatepeden ala turca bir top yagmuru basliyordu.. bakti topcu subayi erzurumlu deli emrah "ya istiklal olacak" dedi "ya ölecegiz mina koyiim"


26 ve 27 agustosta düsmanin mustahkem mevkileri fişşek gibi düsürüldü.. yunan beklemiyordu bunu. yunan buna hazir degildi.. tepeler birbir düsüyordu, her tepenin üzerinde vatan evlatlarinin kanlari ile dusman kanlari birbirine karisiyordu. kazaniyorduk her tepeye yasanmamislari akitarak.. su meshur tepeyi alamadigi icin canini veren subay mesela.. böyle böyle 30 agustos olmustu.. aslihanlar da mubalaga cenk olundu.. attigi her kursunda küfür ediyordu carsambali emin. sonradan baskomutanlik muharebesi denilecek muharebede 12 can aldi emin.. 12 sine de kursun atarken küfür etti.. sonra 12 isini de buldu.. gozlerini kapadi. fatiha okudu. "sizi ben degil, buraya yollayanlar öldürdü" dedi.. vicdani rahatliyordu eminin boyle dedikce.. ama 1952 ye yani ölünceye kadar gözlerinden gitmeyecekti öldürdügü herkesin gözleri.. alaturka bir sopa yemis gibiydi trikopis.. sirmalari yirtikti..

yunan ordusu esir alinmisti.. general trikopis de esirler arasindaydi hatta.. izmire yürüyorduk artik, bir kanadimiz da eskisehire izmite yürüyordu..
bir telgraf geldi sonra mustafa kemal e.. istanbuldan geliyordu telgraf önce rauf beye sonra mustafa kemale iletti.. ateskes istiyordu batili.. oysa ki düsmanin durumunu ve bizim dururumumuzu dünyaya aksettirmemek neticesindeydi mustafa kemal. zira düsmani tamamen yok edecegine emindi.. hemen bir cevap kalem aldirdi ateskes teklifi üzerine:

"tel. makama özel 5.9.1922
bakanlar kurulu başkanlıgı
yüksek katına

anadolu'daki yunan ordusu kesin olarak yenilgiye uğratılmıştır. yunan ordusunun artık yeniden ciddî bir direnişte bulunmasına ihtimal yoktur. anadolu için herhangi bir görüşmeye gerek kalmamıştır. ateşkes ancak trakya için sözkonusu olabilir. bu bakımdan eylülün onuna kadar doğrudan doğruya yunan hükümeti veyahut ingiltere vasıtasıyla, hükümetimize resmen başvurduğu takdirde, aşağıdaki şartlar ileri sürülerek cevap verilmelidir. bu tarihten, yani eylülün onundan sonra yapılacak başvurmaya verilecek cevap başka türlü olabilir. bu takdirde durum bana ayrıca bildirilmelidir :

1- ateşkes anlaşması tarihinden başlayarak on beş gün içinde trakya,1914 sınırlarına kadar kayıtsız şartsız türkiye büyük millet meclisi hükûmeti'nin sivil memurlarına ve askerî kuvvetlerine teslim edilmiş bulunacaktır.
2 - yunanistan'daki esirlerimiz on beş gün içinde izmir, bandırma ve izmit limanlarında bize teslim edilecektir.
3 - yunan hükûmeti, yunan ordusunun üç buçuk yıldan beri anadolu'da yaptığı ve yapmakta olduğu tahribatı tamir etmeyi şimdiden taahhüt edecektir.

büyük millet meclisi başkanı
başkomutan
mustafa kemal"



afyon, akhisar, manisa, torbali derken 9 eylül kemalpasa.. mustafa kemal baris gorusmeleri icin bulusmak isteyen yabanci heyetlere randevu vermisti zaten. "9 eylülde kemalpasada olacagim ben efendiler gelin goruselim".. gercekten 9 eylülde kemalpasa, izmir kemalpasadaydi. ama baris isteyenler yoktu orada.. keyifli bir zafer türküsü gibi ordular kavusmustu akdenize.. izmir yaniyordu, mustafa kemal belkahveden izmir limanina bakarken izmir yaniyordu. tekrar yapilmak üzere.. 9 eylüldü.. izmir kizildi.. ve bakti izmirli yusuf... kizil izmire ofke ile, sevinc ile, ümit ile bakti yusuf. egildi öptü topragi.. aldi eline gozlerinin yasiyla camur olmustu toprak.. 3 bucuk sene sonra izmir yine bizimdi.. ya öleceklerdi, ya istiklale kavusacaklardi.. 10 eylül de herkes uyuyabiliyordu artik.. istiklal ruyalarda..

Cumartesi, Ağustos 24, 2013

Yıldız Kenter ve Şükran Güngör'e Dair

türk televizyonları biraz garip, hafta içinde prime time da survivor gibi programlari yayinlarlar, o zamanlar hiç bi entelektüel tv başında olmaz sanarlar, herkes operadir, kokteyldedir, ne bileyim efendim şiir dinletisindedir onlar için. ama işte cumartesi öğleden sonraları, pazar sabahlari entelektüeliteden geçilmez televizyonlar.. sanat programlari, ne bileyim efendim tatli sohbetler, tiyatro kitap tanitimlari girla gider.. "haydi entelektüeller tv başına" konseptindeki bu programlardan birine bu sabah yakalandim.. geceleyin tarihin arka odasi acikken uyuya kalmisim sabahleyin kulagimda "yıldız kenter de böyle işte" laflari ile uyandim..

 
 ama uyku ile ayiklik arasinda plazma bir evredeyim, yildiz kenter bir yandan "şükran'i unutamadim onu çok özlüyorum" diyor ben plazma plazma agliyorum.. "yaaaa ama çok zor 40 senelik hayat arkadasindan ayrilmak" diye mirildaniyorum.. alenen gözlerim yaşarmiş, yastigi islatmisim.. öyle aglak bir şekilde pazar sabahina uyandim. balçiçek pamir karşımda "ne güzelmiş değil mi?" diyerek empati kumkumalığı yapiyordu ki dayanamadim değiştirdim kanali. fenerbahçe'nin kaçırdığı pozisyonlarin analizi tvden akarken, ben direk mutsuz mutsuz yildiz kenter ve sükran güngör'ü arastirmaya basladim..

Cuma, Ağustos 16, 2013

Canim benim guzel annem bir solukluk izin ver



italya'da gecen 8 ay sonrasi eve dönünce, 29 yasinda bir adam olarak donlarımı anneme yıkatmak koydu açıkcası. ben de kutu gibi bir ev bulup taşıdım kendimi.. tabi evlenmeden evden çıkınca annem arızalar çıkartmaya başladı. nasıl çamur atiyor gari eve. oysa ki ben ayrı eve çıktım diye hiç ayrılmadım ki kendisinden? 


hayatimda hiç bir zaman anneler günü geldiginde "annenizi ne kadar cok seviyorsunuz" konulu bir kompozisyon yarismasinda birinci gelmedim, veya hic bir zaman dünyanin en güzel hediyesini almaya calismadim kendisine, annem mutlu olsun diye hayatta bazi tercihler yapmadim veya eve erken gelmedim,zeki müren gibi veya ajda pekkan gibi sarki yazamadim, "anneme" diyerek başlayacagim bi filmim veya kitabım olmadı, arkadaşlarina mahcup olmasin diye 3-7 yaş arasında, birlikte gittiğimiz günlerde uslu durmadım, veli toplantılarinda "oğlunuz tembel ama" li cümleler bile duyuramadim kendisine (hatta lise 1 den sonra veli toplantilarina getiremedim bile.. din hocasi kendisine bakip "uur'un annesi siz misiniz? hmmm belli!" demiş zira)

ama bir oglun sevebilecegi kadar, belki tek ogul, tek cocuk olmanın verdigi gazla ondan biraz daa cok sevdim.. bildim ki beni ondan baskasi , onun sevdigi gibi sevmeyecek.. anlimi öpmeyecek aynı sıcaklıkta, en boktan anlarımda yanımda olmayacak, her zaman iyiligimi düsünmeyecek..

kücükken dizim acirdi mesela.. bu üniversite gibi degildi o zamanlar ilkokullar.. sike sike gitmek gerekirdi derslere.. annem, ben yürüyemedigim için sırtına alip gotürürdü beni.. 5 senemi verdiğim sevgilimi hatirliyorum da.. hastaneye bile gelmeyen bi kizi annemden cok sevdigimi düsünmüstüm, annem her sabah yemekte mizmizlik yaptigim sandviçleri yapip getirirken..

bir oglun annesini sevebileceginden biraz daha cok sevmiş olmaliyim. kendisini.. uzuuuun süreler kiz arkadaşim, en azindan bildigi bir kiz arkadaşım yokken, bir yandan da gayler üzerine bir makale yazarken, bir tuvalete gitmem esnasinda gelip de ekrana göz gezdirip, üstüne köşesine cekilip inceden agladigi için.. "oglum escinsel olmuş nesine aglamayayim" dedigi icin sevdim.. kendisine "yok yahu gayet heteroyum, buyur bilgisayarimin porno arsivi" diyemedigim için sevdim.. tüm yalnış anlamalarıyla, tüm takıntıları, tüm izmirli güzelliği, tüm gecenin bi köründe buzdolabında ne varsa yemesiyle, tüm yeni aldığım tişortun üstüne ütü basmasiyla sevdim.. çünkü biliyorum ya, hayatimda ondan başka kimse ben üşümeyeyim diye, geceleyin açık bıraktığım pencereyi kapamayacak.. 


bu sene italya'daydim anneler gününde. internetten aldığım hediyeyi buraya gelince beğenmedim.. eger bu yaziyi begenenler cıkarsa yazip vericem artık.. ne yapayim..  

Perşembe, Temmuz 18, 2013

Her Şey İnanılmaz




agustin amca çocuk felci geçirmiş zamanında.. adı üstünde çocuk felci..bununla yaşlanmış.. ama 1958 yılından beri hayalinden vazgeçmemiş "bir helikopter yapip onu uçurmak" felçi olduğu için pilot olmasına izin vermeyenlere "kendi helikopterimi uçuruyorum işte" demek.. bir yerlerde şey diyor "insanlar bunun imkansız olduğunu düşündükleri için bana deli diyorlar..."

akrabalar ise ise dertli "insanlar paraları olduğunda bunu sağlıklarına harcarlar.. bu helikopterine harcıyor"

agustin amca "gençken bunu 3 ayda tamamlarim diye düşündüm.. ama 54 senedir buradayim.. na şuradan şurasini tamamlamak 20 senemi aldi.. sadece şu kısmını hirdavatcidan aldim, geri kalanlarin hepsi tarafimdan çerçöplerin yeniden kullanılmasiyla yapildi" diye ekliyor..

"aslında her şeyi normal.. tüm arzuları tüm istekleri normal bir delikanli gibi.. sadece işte çocuk felci vurmuş".. diye konuşuyor bi akraba.. dedesinin agustini çok sevdiğini belirtirken agustinin amcanın suratinda muhteşem bi gülümseme varken..

"agustin amca daha saglikliyken bana bi ayakkabi yapti.. işe bisikletiyle gidebiliyordu.. ve ayakkabi yapip satardi.. ve ayaklarim ciplak diye bana ayakkabi yapti" diyor köyün genci..

abisi sarhosluktan ölmüş.. yaşarken "ben deli olan değilim, deli olan bu.. ben sarhoş olanim.. bu herif helikopter yapmaya ve onu ucurmaya calisiyor.. benim kardesim bi aptal.. taniyorum onu bi aptal" diye bağırırmış..

eski bi tekerlekli sandalyesi var agustin amcanin.. bi keresine amerikadan yeni bi tekerlekli sandalye gondermisler.. parcalarini söküp helikopterine katmış..

köyün cocuklari hayran agustin amcaya.. "o sabir o irade.. inanilmaz" diyorlar.. "deli değil.. asla değil.. sadece fikrisabit.."

"öldüğünde onu kilisenin mezarligina gomecegiz" diyor koyun rahibi.. "ama mezarlikta bi helikopter istemiyorum" diye de ekliyor..

helikopterinden bahsederken gözleri parliyor "belki helikopter karitaturune benziyor şimdi ama, sokaga ciktiginda ucabilecegini goreceksiniz.. gercek bi helikopter gibi havalanacak" diyor.. o kısık sesiyle.. ve her şey inanilmaz geliyor bize.. ve inanamadigimiz için insanlara deli diyoruz..

Çarşamba, Temmuz 10, 2013

Direnişin 40. Gününde, Biz Ne İstiyoruz

Gezi direnişinin başladığı günün ertesinde, kim olduğumuzu, neden direndiğimizi ve ne istediğimizi şu şekilde yazmıştım.. 40 gün sonrasinda, yapılan forumlardan sonra, internetten okuduklarımdan sonra sanırım ne istediğimizi aşağı yukarı biliyoruz.. aşağıda tam bir liste var. Sakın "yetmez ama evet" demeyin, ya buradan yada twitter.com/azuth adresine mention yaparak söyleyin. listeyi güncelleyelim. birisi bize "ne istiyorsunuz" dediğinde çat diye gösterelim..

-%10 seçim barajı kaldırılsın. Hesaplamalarımıza göre Türkiye için 6.4 barajı idealdir.
-Demokrasiye, insan haklarına, seçimde hükümeti seçmemiş insanlara saygı gösterilsin
-Milletvekillerini parti başkanları değil, millet seçsin. Milletvekilleri başkanlarının değil, halkın kulu kölesi olsun
-Nefret suçları açık bir şekilde belirlensin ve cezalandırılsın. Düşünce ve İfade özgürlüğü nefret suçları haricinde güvence altına alınsın
-Toplantı, gösteri ve örgütlenme özgürlüğü geliştirilsin
-Din ve vicdan özgürlüğü korunsun.
-Diyanet işleri sadece kendisi tarafından tanımlanmış müslümanlara değil, tüm halka, hatta ateistlere bile hizmet etsin. Cem evleri ibadethane sayılsın.
-Basın özgürlüğü sağlansın. Medya patronları vergilerle korkutulmasın veya ödüllendirilmesin.
-Tutuklu öğrencilerin bir ayıp olduğu kabul edilsin
-Özel yetkili mahkemeler kaldırılsın
-Yeniden yargılanma yolu açılsın
-Halk tarafından seçilen vekiller serbest bırakılsın
-Kursu haricinde milletvekili dokunulmazlığı kalksın
-Gizli tanık hukukuna ve yasadışı dinlemelere son verilsin
-Faili Meçhul cinayetler çözülsün. Abdullah Cömert'in, Ali İsmail Korkmaz'ın, Mehmet Ayvalıtaş'ın katilleri bulunsun.
-Nevruz, resmi bayram olsun
-Uludere'nin, Reyhanlı'nın hesabı sorulsun
-Mayınlı araziler temizlensin, köylülere verilsin
-Mecliste muhalefet ezilmesin. Ne dediklerine bakılmadan otomatik olarak reddedilmesin.
-Gay evliliklere izin verilsin.
-OHAL uygulamaları tüm çıplaklığı ile halka anlatılsın, insanların neden dağa çıktığı gösterilsin.
-TMMOB gibi sivil örgütlere yetki verilsin ve iptal kararı için başvurmaları sağlansın.
-Belediyeler şeffaf olsun, tüm gelir ve giderlerini internetten izleyebilelim
-Polis'in hakları iyileştirilsin. Mevzuatla iktidarın polisi olmalarının önüne geçilsin
-Anadilde savunma ve eğitim hakkı verilsin.
-Okullarda andımız, lig maçlarından evvel İstiklal Marşı kaldırılıp Türk şovenizminin önüne geçilsin.
-Milli bayramlarımızı gönlümüzce kutlayıp, Ata'mıza saygımızı ve minnetarlığımızı sunmamızın önüne geçilmesin. Anıtkabire milli bayramlarda, sadece halk olarak girilebilsin. Resmi törenlerle halk uzaklaştırılmasın
-Hayvanlara ve Ağaçlara yapılan eziyet ve taarruz, kabahatler kanunundan çıkartılıp suç sayılsın
-Askerlik zorunlu olmaktan çıkartılıp ordu profesyonelleşsin. Vatan hizmeti sadece erkeklere değil, kadınlara da konarak, sosyal sorumluluk projelerinde çalıştırılsın.
-Bankacılık ve inşaat sektörünün vahşi hırsı törpülensin.
-Artık AVM yapılmasın.. Yeter.
-Nufus cüzdanlarında din ibaresi kaldırılsın.
-Bilimin tek bir anlayışa göre yapılması ve o anlayışa göre teşviği durdurulsun. Devlet yaratılış ve evrim kuramlarina eşit mesafede olsun.
-Halkın üzerindeki vergiler hafifletilsin. Hafiflemesi için Istanbul'a kanal açmak gibi çılgın ve aşırı maliyetli projelerden vazgeçilsin.
-Toplumu ilgilendiren bir karar alındığında, tatlı dil kullanılsın, önce halk ikna edilsin, halka karşı bir şey yapılmasın.
-Kamu çalışanlarına sendikalı olma zorunluluğu getirilsin
-Bütçeden STKlara para ayrılsın. Bu para üye sayısına göre dağıtılsın.
-Kadına şiddetin önüne geçilsin. Kadın öldürmek, canavarca hissiyatla insan öldürmek sayılsın.
-Eğitim kurumlarında ve diğer kamu kurumlarında baş örtüsü serbest olsun.

Ben kimim ki

yukarda twitter profilim var.. kendimi tanıttığım noktada Türkiye'deki tüm ötekilerden bahsettim. Tüm ezilmiş, hor görülen, hakları önemsenmeyip, onlar adına bir şeyler yapılmayanlardan..

ben, beyaz türkün hasıyım aslında.. izmirliyim. ailem de izmirli.. gayet iyi bir egitimim iyi bir işim var.. yakisikli bile sayilabilirim hatta.. yaşamaksa en rahatini yaşayabilirim kimseye dokunmadan etmeden.. hele bir de arkami akpye dayarsam ki babam bir yandan da cami yönetimindedir sever din işlerini.. ama işte beni böyle yetiştirmemişler.

 belki de küçükken hastanelerde yatmamın etkisi olmuştur bunda.. belli bir yaşa kadar yılın yarısını evde yarısını hastanede geçiren bir çocuktum. Ve orada gördüm çok dandik insanlarin hemşire olup da haketmeyen insanlara nasil zulumler yapabildigini.. sonra düşündüm ki bu zulmedenler her zaman aslinda bir şey olamamis, (doktor mesela) onun ezikligiyle yasayan insanlar..

bu sadece maddi anlamda değil, manevi anlamda da bir yere gelme durumu.. hiç bir yasak, hiç bir zulum empatiyle yapılmaz çünkü. eğer birisinin yerine kendinizi koyarsanız, asla yasaklayamazsiniz, asla zulmedemezsiniz benim fikrimce.. ve ben sonra düşündüm ki kimsenin, bunlara bu zulumu yapmasina izin vermemeliyim.. ne olursa olsun..

 ve sonunda kendimi: çok afedersiniz ermeni,(bu ülkede ermeni demenin hala küfür sayıldığını biliyor musunuz?) ayrıca, alevi, kürt, ateist, başörtülü, gay, ankaragüçlü ve dersimli, görme engelli bir kadın olarak buldum.. bu ülkede herkes benim kadar rahat yaşama, mutluluğu arama hakkına sahip olması için..

 ben bugün direniyorsam, direnişe tüm varlığımla destek veriyorsam, memleketimde kendinden olmayanlara söz hakkı, mutluluğu kovalama hakkı tanınmadığı içindir.. başkası mutsuzken, gelebilecek mutluluğu kabül edemeyeceğim içindir! belki de şair ceketli çocuk gibiyim biraz; tamam bu uğurda yıkıcıyım kabul ediyorum ama, kendimi bilmez hiç değilim.. yaşamak istiyorum sadece, kendi savaşlarım uğruna..

bir de künefeyi çok severim.

Pazar, Temmuz 07, 2013

gargamelin şirinlere yenilmesi rezaleti


gezi direnişinin tüm sevimliliğine ve bunlara mudahale eden kolluk kuvvetlerinin tüm sevimsizliğine bizim gibi 80 çocukları direkt "şirinlerde" örnekleyebilir..



lakin bizim aksimize, bu sirinlerin cümlesinin işleri gücleri degersizdir.. tamamen bir "zeroes" durumu.. "merakli","tembel","süslü".. pasif direnişin kralını yapıyor adamlar orada.. tamam gezi parkı olsaydı bu çok haklıydı.. kaslı, sakarla çok sevimli bir gezi direnişi yaparsin da , senin gargamel'e karşı haklı mucadelende şirinlige ihtiyacin yok ki arkadas! senin "keskin nişanci şirin"'e ne bileyim efendim "mayın döşeyici şirin","bubi tuzagi sirin" e falan ihtiyacin var.. o gargamel denilen, doyumsuz ibine (ki kendisi istese bin tane, milyon tane daha şirin yapabilir) eni konu "gözlüklü şirin" in içlerinde bulundugu, tamamen bi boka yaramayan yeteneklere sahip 100 bilemedin 200 tane "şirin" e yeniliyor..

yapmayin allaskina! buna benim diyen insan güler..



Pazartesi, Temmuz 01, 2013

Artık devir değişti, e tabi Explorer da değişti!

Değişim hayatın her alanında kaçınılmaz bir şekilde yaşanıyor. Konu teknoloji olunca değişimin hızına ayak uydurmak daha zorlaşıyor. Bir zamanların efsane tarayıcısı olan Internet Explorer da, çağa ayak uyduramadığı gerekçesiyle kullanıcılar tarafından bırakılmıştı. Ancak son zamanlarda Internet Explorer çıkardığı yepyeni versiyonuyla tamamen değiştiğini söylüyor.

''www.explorerdegisinceben.com'' adında bir blog açan Internet Explorer, geçmişte eleştiri yağmuruna tutulduğu eski versiyonlarıyla bizzat kendisi dalga geçiyor. Yeni IE10’un eskisiyle alakası olmadığının altını çiziyor.

Bu değişim, blog’da pek çok görsel ve video ile anlatılıyor. Özellikle, 90’ların ünlü yıldızları ile Vine’ı buluşturan videolar bir başka dikkat çekiyor. Bu videolarda yıldızlar eski şarkılarından birer bölüm söylüyor, ardından da ‘’#explorerdegisincebenben’’ hashtag’ini gösteriyorlar. Videoları izlerken insanlar, özellikle 90’larda çocuk olanlar zamanın çok hızlı geçtiğini anlıyor. İzleyenler, kendi değişimlerini #explorerdegisincebenben etiketiyle Twitter’da paylaşmaya başlamışlar bile.

www.explorerdegisinceben.com



Bir bumads advertorial içeriğidir.

Çarşamba, Haziran 19, 2013

Biber Gazı Üzerine

Direnişe aktif olarak katılan akademisyen bir arkadaşım kendisini tutamayarak "ben de bir şeyler yazmak istiyorum" dedi.. ben çok uzaklarda olduğum için, benim gibi milyarlarca (akp terminolojisi bu) insan gibi merak ediyorum kaldırım seviyesinde olan bitenleri.. eli yüzü düzgün yazılar okumak bu yüzden önemli.. aşağıda bir tanesi var.. isim veremiyorum şu anda, bir sıkıntı olursa ben yazdım diyelim.. 



Biber Gazı: Spekülatif Bir Yaklaşım
Bu yazının kaleme alındığı günün sabahında Ankara sokaklarında polisin biber gazı ve TOMA’larından akıttığı kimyasal karışımlı basınçlı su ile müdahalesi sürüyordu.  Bir gün öncesinde İstanbul’da da benzer görüntüler vardı. Kullanılan biber gazı kapsüllerinin yüz binleri aştığı söylentileri vardı. Geçtiğimiz günler, orantısız polis müdahalelerini, hükümetin hamlelerini, Gezi Parkı direnişçilerinin mücadelelerini ve ülkenin kısır siyasi tartışmalarını alaşağı eden matrak hallerini izlemekle geçti. Yurt çapında gerçekleşen Gezi Parkı eylemleri, polis müdahalelerinin sonuçları birçok gazetede, televizyonda, sosyal medyada tartışıldı, tartışılmaya da devam ediyor. Bu yazının amacı bu tartışmaları yinelemek değil, haklı olarak şeytanileştirilen biber gazlı ve TOMA’lı müdahalelerin Gezi Parkı eylemleri üzerindeki etkilerini farklı bir açıdan tartışmaya çalışmaktır. Bir adım geri çekilip eylemlere uzaktan bakmak, eylemlerin genel halini ifade etmek ve müdahale yöntemlerinin eylemi nasıl yönlendirdiğini tartışmak amaçlıdır. Biber gazlı ve TOMA’lı müdahalelerin eylem psikolojisini nasıl şekillendirdiğini tartışmak esas amaçtır. Bununla birlikte spekülatif olacağım, tartışma yaratacağım derken insanların yaralarını ve acılarını önemsemez görünmek yazıyı yazarken yaşanan en büyük çekincedir.


Biber gazının insan ve hayvan fizyolojisine olumsuz etkilerini tartışmayı bir kenara bırakıyorum. 15 Ağustos 2012 tarihinde dönemin İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin tarafından yapılan “Biber gazımız yüzde yüz doğaldır” açıklamasına cevaben Türk Toraks Derneği’nin yayınladığı kısa bildiri, biber gazının olumsuz etkileri konusunda yeterince ikna edicidir. Son günlerde internette, sosyal medyada ve diğer yayın organlarında konu ile ilgili tartışmalar sürmekte, biber gazının olumsuz etkileri uzun uzun tartışılmaktadır. Solunum hastalıkları, kalp rahatsızlıkları olan kişiler üzerinde bu türlü müdahalelerin etkisinin de nasıl ölümcül olabileceğine geçtiğimiz günlerde hep birlikte şahit olduk. Söz konusu eylemlerde biber gazının kullanım şekli (atış açısı, atış mesafesi vb.) gaz solumanın hasarı konusundaki tartışmayı maalesef geride bırakmıştır. Biber gazı silahlarının bir tüfek edasıyla eylemcilerin vücutlarına hedeflendiğinin, kaçan eylemcilerin -sırf biraz daha işkence olsun diye- “koşu yollarına” biber gazlarının atıldığının, bazı zamanlarda TOMA’lardan sıkılan suyun vicdansızca, öldürücü şekilde kullanıldığının da farkında olmak güç değildir.


Gelelim biber gazının faydalarına: Tartışmanın ilk argümanı biber gazının eylemciler üzerindeki etkisinin yıldırıcı değil de dağıtıcı olmasıdır. Biber gazına maruz kalan eylemciler, eylem yapma iradelerinden ve fiziksel güçlerinden çok da bir şey kaybetmemekte, gaz atılmış bölgeden kaçarak olumsuz etkilerden arınmayı beklemekte, akabinde tekrar polisin karşısında durma kuvvetini kendilerinde bulabilmektedirler. Hatta bu süreç içinde yükselen heyecanları ve gerilen sinirleri ile eylem kararlılıkları artmaktadır. Dağıtılan ve kaçışan eylemcilerin tekrar polis karşısında toparlanması ile eylemlilik süresi uzamakta ve bunun yanında eylemcilerin müdahalelerden ötürü hissettikleri korku, etkilerin geçici olması nedeniyle azalmaktadır. Bununla birlikte sosyal medyada, televizyonlarda olanları gören, kendisi de orada bulunmak isteyen ancak haklı olarak korku hisseden kişiler de müdahalelerin sonuçlarının sanıldığı kadar ciddi olmadığını düşünüp meydanlara inmektedirler.


Konu ile ilgili bir diğer argüman ise biber gazı ve TOMA ile müdahalelerin polis ile eylemciler arasında fiziksel çarpışmayı engelleyen bir hat oluşturmasıdır. Nitekim gaz ve su müdahalesi ile eylemciler polis ile birebir kavgaya tutuşmamakta, bu tür kavgalardan ötürü ortaya çıkabilecek vahim olayların önüne geçilebilmektedir. Bu vahim etkiyi acısını yüreğimizde hissettiğimiz rahmetli Ethem Sarısülük’ün vurulma anında görmekteyiz. (http://www.youtube.com/watch?v=HfwqxRKtKTE) Görüntülerde polis, göstericiler ile yakın mesafede mücadeleye girmiş, karşılıklı kavganın sonucunda panikleyen polis memuru silahını ateşlemiş ve genç bir arkadaşımızın hayatını kaybetmesine neden olmuştur. Zor şartlarda çalışan, psikolojik olarak baskı altında olan, deneyimsiz, bu tür olaylara nasıl tepki vereceğini bilmeyen ve birebir kavga halinde kendi can güvenliğini korumaya çalışan diğer polis memurlarının da benzer refleksler gösterebileceğini düşünmek yanlış olmayacaktır. Bu nedenle biber gazının ve TOMA’lı müdahalelerin polis ve göstericiler arasında yarattığı mesafe de eylemlerin gidişatını etkilemiştir. Polis ile birebir kavgaya girmek istemeyen ve eylemcilerin büyük çoğunluğunu oluşturan kitleler için bu türden bir hat eylemlilik halinin sürekliliği sağlanmıştır.


Bu argümanlar ışığında düşünüldüğü vakit biber gazı ve TOMA’lı müdahalelerin eylemcileri bezdirip geri çekilmeye, eylemlerinden vazgeçirmeye zorlamaktan çok eylem süresinin uzamasında ve eylem kararlılığının sağlamlaştırılmasında da etkili olduğu düşünülmektedir. Çoluğuyla çocuğuyla eylemlere gelmiş insanlara, hayatında o ana hiç eyleme katılmamış gençlere, düzene isyan eden kişilere bu denli müdahalelerin yapılması, taraflar arasında var olan açık orantısızlığın yarattığı mağduriyet ve bunun yarattığı daha güçlü isyan Gezi Parkı eylemlerinin meşruiyetini pekiştirmiştir. Polis ve emir verenleri tarafından bu tür eylemlere karşı takınılacak en etkili tavrın “müdahalesizlik” olduğu düşünülmelidir. Eğer böyle bir tavır takınılsa idi, kitlelerin gerginliğini tırmandıran faktörler dışarıda kalmış olacak, eylemler bugünkü haline gelmeyecekti. Belki de ülkenin gidişatından rahatsız olan bireylerin birçoğu  bugün kitleleşmeden en uzak halleriyle evlerinin konforunda yaşamaya devam edecekti. 

Pazar, Haziran 02, 2013

Sivil Kalkınmada Ne oldu / Ne istiyoruz

cuma sabahi sabah ezanlarindan hemen sonra başladı her şey..

uykusuz sinekli bir gecede pınar oğün'ün taksim gezi parkından ipadi ile yaptığı yayını izlerken gördük ilk hareketleri. polis, kendisine kitap okuyan, oturan, şarkı söyleyen insanları uyarmadan saldırdı.. 



gezi parkındaki grup 1 saatte dağıldığında, taksim meydanından cihangire, istiklale belki de evlerine gidiyorlardı.. ama polis durmadı.. uzaklaşanların arkasından saldırdı.. mobese kameralarında izledik biz, kapanana kadar.. polis o an durmadı, ama bir halkın ondan sonra durmayacağını bilmiyordu..

son 50 saattir, meydanlarda her düşünceden, her ırktan, her cinsiyetten yüzbinlerce, belki de gezi parkını pek de umursamayan insan var.. insanlar 11 senedir, aslında kendilerini çok da rahatsız etmeyen yasakları, çirkinlikleri içlerine atmışlar,

-aslında bırakmak lazım bu sigarayı, diyen tiryakiler sigaraları hakkında bu kadar konuşulmasını aşağılanmalarını atmışlar içlerine
-roboski'yi, reyhanlı'yı unutamamışlar unuttuklarını sansalar da
-izledikleri dizi yayından kalkmış hükümet tarafından binbir laf söylenerek, beğenirleri aşağılanırken dizi bittikten sonra başka dizi izlemişler aynı saatte ama bi yerde kalmış büyük lokma gibi
-saat 22 den sonra alkol almamak çok da dert değilmiş ama ayyaş olarak nitelendirilmek, içki içecekleri yerin ve saatin bildirilmesi dokunmuş insanlara
-19 mayısta,23 nisanda zaten stadyuma giden birisi olmamış hiç bir zaman, uyumuş evinde senelerce ama istese de gidemeyecek olmak koymuş,
-barışı istemiş iki halk arasında, ama bu açılım süreci, şehit babası olan bakkalının gözlerine bakmasını biraz zorlaştırmış sabahları
-hayatında kürtaj yaptırmamış, yaptırmayı düşünmemiş bile ama kürtaj olması gerekirse olamaz diye korkmuş, kürtaj olması gerekirse ahlaksız diye nitelendirilmekten ürkmüş
-ülkenin kalkınmasını, ucuz enerjiyi istemişler ama nükleere pek sıcak bakmamışlar, hesleri pek sevmemişler.. ama sevmeyenlere hakaret edildiği için susmuşlar.. kabul etmişler ülkenin kalkınmasıyla yetinmeyi
-en pahalı benzini kullanmışlar senelerce, ama ülkenin ekonomisi büyümüş, imfye falan borç verilmiş, ama her benzin istasyonuna girişte unutulmuş kalkınan ekonomi
-zaten gitmediği emek sinemasının yıkılmasına karşı çıkanların üzerine saldıran polisi görüp "madem meraklıydınız gitseydiniz de kar etseydi sinema" diyip de haksızlığın içine oturması

ve daha niceleri.. iktidarın uygularken,uygulanmasından rahatsızlık duyabilecek kesimleri aşağıladığı nice kararının doldurduğu bardak bir şafak vakti masum insanların üzerine inen joplar ve biber gazlarıyla taştı.. şimdi insanlar durmuyor.. insanlar artık tolere etmek istemiyor bazı şeyleri.. onlar gibi düşünmedikleri için aşağılanmak hor görülmek istemiyor.. işte o yüzden her kesimden, her ırktan her cinsiyetten insan var sokakta.. ne mi istiyorlar

1. Emniyet Müdürünün, Valinin, İç İşleri Bakanının görevden alınıp samimi bir şekilde özür dilenmesini. Halkına zulüm ettiği için pişman olmasını
2. Herkesin demokratik haklarının tanınmasını ve avrupa insan hakları sözleşmesinin uygulanmasını.
3. Onlar gibi düşünmediği için aşağılanmamayı, hor görülmemeyi.  Yapılacak yeni kanunlardan rahatsız olabilecekse kendisiyle dalga geçilmemesini.
4. Onlardan olmadığı için baskı görmemeyi. Özgür haber alabilmeyi. 

şiddetin durmasını istiyorum ben, sonuna kadar hem de.. ama türkiyede iktidar değil, kafası değişmediği sürece meydanlardan, sokaklardan çıkmak istemiyorum. evime girip yine o kibirinizle karşılaşacaksam bizi sokaklardan çekemeyeceksiniz.. size günaydın..

Cuma, Mayıs 31, 2013

Vicdanı olan Polis var mıdır?

Hayatimda ilk kez bir yerde olamadığım için kendimi eksik hissettim.. Hayatımda ilk kez bir yerde olamadığım için çaresiz hissettim kendimi. Bir ağaca, bir şehre sahip çıkmak isteyen insanların yanında olamamak, onların yaşadıklarını yaşayamamak ve omuz omuza duramamak hayatımda ilk defa bu kadar acı verdi.


Saat 3den beri burada italya'nin yağmuru altında toskana'sında çaresizlikle duruyorum. İnternet'ten takip edebildiğim kadarıyla tüm olan biteni izledim. Orada taş atmayı bile bilmeyen insanların, oturmaktan başka bir şey yapmayan insanların üzerine gaz bombalarının atılmasını, gezi parkı boşaltıldıktan sonra taksim'e kaçanların, "dağıtma" değil "zarar verme yaralama" için arkalarından koşturulmasını gördüm..

Biz Türkiye halkı olarak bunları haketmiyoruz. Biz şehrimizi, ağaçlarımızı, yarınlarımızı korumaya çalışan insanlar olarak bunları haketmiyoruz.

Ben şunu vicdanı olan tüm insanlara çok ciddi soruyorum; kimseye zarar vermeden, ağacı, şehri koruyan insanlara biber gazı sıkma işinden daha aşağılık bir iş var mı? kaç paradır bu işin karşılığı aylık? yani mesela o polis mesaisi bitip evine gittiğinde, çocuğu "baba günün nasıl geçti" dediğinde mesela "gelecekte senin de dolaşacağın, gölgesinde yürüyeceğin ağaçların yerine rezidans dikmesinler diye eylem yapanların yüzüne biber gazı sıktım" diyebiliyor mu gururla? böyle mesleği nasıl yapabiliyor hala? O maaşla çocuklarına nasıl oyuncak alabiliyorlar? Nasıl vicdanlarına sığıyor bu? 

Yani o gezi parkı yerine yapılacak AVM'den alınacak ürünler değil mi sizi bu alçaklığı, şerefsizliği yapmaya iten? Sen polis kardeş, sen aslında ihtiyacin olmayan 140 ekran televizyonlari aliyorsun.. yine ihtiyacin olmayan iphone 4leri.. ay sonunda kredi kartının borcunun asgarisini degil ama bir gram yüksegini ödedigin için mutlu oluyorsun.. yapmaktan memnun olmadigin bir iş savunmasız insanlara gaz bombası atmak belki ama aldigin o ihtiyacin olmayan şeyler seni işinde tutuyor.. sanırım en başta ihtiyaçları minimumda tutmak gerekiyor.. yoksa toplum seni şerefsizliğe itiyor ve sen televizyonunu telefonununu arabani eşine dostuna şerefle gösteriyorsun..

Biraz şerefliysen, istifa edersin yarın polis kardeşim. biraz seviyorsan bu halkı, bu toprakları, ağacını, kuşunu, güneşin doğuşunu, bırakırsın o gaz bombasını, bırakırsın mesleğini.. emin ol, aç olmak, üç kuruş parayla azla yetinmek, çok daha şereflidir şu an yaptıklarından..  


velhasıl, orada olamıyoruz ama bitmeyecek bu haksızlığa karşı tepki umarım.. siz üçüncü köprülerinize yavuz sultan selim'in ismini koyarken, fatih sultan mehmet'in fethinin kutlamalarını yaparken, yani bas bas bağırırken onların torunları olduğunuzu, bizim pir sultan'in, şeyh bedrettin'in çocuğu olduğunu unutturmayacak kardeşlerim size.. istanbulda.. yılmadan, korkmadan..





Çarşamba, Mayıs 08, 2013

Gurbet elde Koca Kafa Olmak

Şu italya illerine geldim geleli, gerek toplu taşıma araçlarına binmemekten ve devamlı yürümekten, gerek aşk acısından, ama esas yemek yemek için, yemek yapma zorunluluğu olmasından (daha doğrusu yapılan yemeklerin kaplarının yıkanması zorunluluğundan) hadi yemek yapmasam, dışarı çıkıp yemek almak, toplamak , avlamak (o eski güzel taş devri günlerindeki gibi) gerektiğinden tam tamına 12 kilo verdim..

en son 79 kilo olduğumda, galatasaray'i lucesu yönetiyor ve bülent ecevit hala yaşıyordu.. insan vucudunda fazladan bir damacana taşıdığını böyle günlerde hissediyormuş. ayaklar resmen bulutta yürüyor gibi şu an.

lakin bu kilolar nereden gitti tam olarak kestiremiyorum ben. evet belim biraz inceldi, popo yok oldu lakin kafa bildiğin aynı kafa. vucut küçüldükçe pembe yanaklar, gıdı durmakta.. şu halimle, şu yukarda resmini gördüğünüz, yayın üstünde sallandıkça ileri geri giden kafa adamlara dönmüş durumdayım.. neden böyle oldu, neden benim başıma bunlar geldi bilmiorum.. demek ki bi 10 kilo daha versek, kafadan ibaret bi adam olup çıkıcaz. Bunun nedenini bilen var mıdır? Neden tüm vucuttaki yağlar "kalk gidelim" derken yüzdekiler "otur bok mu yicez gidip?" şeklinde davranıyor?

evrenle bu aralar çok fena sıkıntılarım var.. benim gönderdiğim mesajlar ya spam'a düşüyor, ya da çok yanlış anlaşılıyor.. buradan evren'i akıllı olmaya davet ediyorum!